Ashâb-ı Kirâm Aylin Arda Eylül 2024

Fütüvvet Ruhunun Temsilcisi: Mus’ab ibn Umeyr

Mekke sokaklarında dolaşmaktaydın. Endamınla, yakışıklılığınla ve giyim kuşamınla herkesi kendine hayran bırakırdın. Gencecik bir delikanlıydın. Annenin göz bebeği, rahatlıklar içinde büyüyen, bir dediği iki edilmeyen, çevresinde pervane olunan, çeşit çeşit yiyeceklerin bulunduğu sofralara oturan ve tüyden döşeklerde yatan bir gençtin. Fakat yine de içinde bir şeyler eksikti. Gönlün bir şeyler arıyordu. İnsanların bir bir İslam’a davet edildiği bir dönemde sen de Habbab ibn Eret (radıyallâhu anh) vasıtasıyla Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) sesini, soluğunu duymuştun. Işık ev seni çağırıyordu, seni cezbetmişti. İçeriye girmiş ve şehadet getirmiştin. İslam ile huzura kavuşmuş, aradığını bulmuştun. Daha 18 yaşındaydın.

İlk başlarda bu güzel dini gizlice yaşamak zorunda kaldın. Ancak çok sürmedi bu gizli yaşayış. Osman ibn Talha seni görmüştü. Rabbine ibadet ederken, ruhunu beslerken seni görmüş ve annene söylemişti. Anlayamadılar sendeki İslam aşkını. Dinlemediler Resûlullah’a olan sevgini. Kapattılar seni zindanlara. Sandılar ki geçici bir heves bu. Sandılar ki vazgeçersin bu sevdadan, ellerindeki şeyleri alırlarsa.

Bilmiyorlardı. Anlamıyorlardı. Sendeki hiç tükenmeyecek bu aşkı göremiyorlardı. Zulümlere daha fazla dayanamadın. Peygamberliğin beşinci yılında (615) Habeşistan’a hicret eden kafilede yer aldın.[1] Gurbetteyken sendeki hasret giderek artıyordu. Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) özlemine daha fazla dayanamadın ve Mekke’ye geri döndün.

El pençe divan duruyor, Resûlullah’ın gözlerinin içine bakıyordun. Onun emirleri için hazır bekliyordun. Ardından kutlu bir görev için Resûlullah seni seçti.[2] Medine’de İslam parıltıları görülmüş ve Birinci Akabe Biatı’ndan sonra (621), Medineliler Kur’ân’ı öğretmesi için bir sahabi isteğinde bulunmuşlardı.

Medine’ye ilk hicret eden sahabî ve ilk muallim olma şerefine eriştin. Medine’de ilk Müslüman olanlardan Es’ad ibn Zürare’nin evinde misafir oldun. Bir gün insanların Müslüman olmasından rahatsız olan Medine’nin ileri gelenlerinden Sa’d ibn Muaz ve Üseyd ibn Hudayr bu davete engel olmak istediler. İlk önce Üseyd geldi zira Es’ad ibn Zürare, Sa’d’in halasının çocuğuydu. Halasının oğluyla arasında husumet çıksın istemiyordu. O yüzden Üseyd’e söyledi ve o da senin yanına kızgın bir hâlde geldi. Hiddetle geldi gelmesine, ama dönüşü bir meltem gibiydi. Zira o da İslam ile şereflenmişti.[3] Bunu gören Sa’d daha fazla dayanamadı ve bir hışımla soluğu senin yanında aldı. Sana gitmeni ya da boynunu vuracağını söyledi. Sen sükunetini korumaktaydın. İlk önce seni dinlemesini, ardından senin anlattıklarını kabul etmezse ne istiyorsa yapabileceğini söyledin. Ona güzelce İslam’ı anlattın, Kur’ân okudun. Zaten senin tatlı dilin ve etkili konuşman insanları cezbediyor, İslam’ı kabul etmelerini sağlıyordu. Sen kavl-i leyyin ile yaklaşıyordun insanlara.

Ey ilk muallim! Genç olduğun için senin çok şey bilemeyeceğini düşünenler çıkabilirdi belki, ama sen Resûlullah’ın yanında yetişmiş, o iklimi solumuş ve O’nun tebliğ tarzını uygulamıştın. O zamana kadar inmiş âyetleri ezbere biliyor ve etkili bir şekilde konuşuyordun.

Ah güzide insan, senin aracılığınla ne çok insan İslam’a girmişti. Sa’d ibn Muaz (radıyallâhu anh) seni dinledikten sonra beyninden vurulmuşa dönmüş ve Üseyd ibn Hudayr (radıyallâhu anh) gibi şehadet getirmişti.[4] Ardından da kabilesine gitmiş ve onların da Müslüman olmasına vesile olmuştun

Bu güzel bilgileri Efendimiz’e ulaştırmıştınız ve bu yıl Sevinç Yılı olarak anılmıştı.

Resûlullah’ın izniyle ilk Cuma namazını kıldırmış ve ilk hutbeyi okumuştun.[5][6]

Bir yıl sonra hac mevsiminde Mekke’ye doğru yola çıktınız (622). Sen ve 75 Müslüman, Resûlullah’a gidiyordunuz. Efendimiz sizinle buluştu ve İkinci Akabe Biatı gerçekleşti.[7] Tekrar döndün Medine’ye, ama Resûl-ü Ekrem’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) ayrılığın çok sürmedi, zira Medine’ye hicret başlamıştı.

Efendimiz kardeşlik bağlarını sağlamak, Ensar ve Muhacirleri yakınlaştırmak için seni Ensar’dan Ebu Eyyub, Muhacirler’den de Sa’d ibn Ebû Vakkas ile kardeş yaptı.

Sen Allah Resûlü’nün yanından ayrılmayan, O’nun için yanıp tutuşan bir sahabiydin. Bedir Muharebesi gelip çatmıştı ve sen Resûlullah’ın beyaz sancağını taşıyordun.[8] Harp meydanında da muhacirlerin sancağını sen tutuyordun. Şanlı bir zafer sizlerin olmuştu. Sen ve senin gibi kahramanlar boy göstermişti Bedir’de. Savaşlarda en önde ilerleyen, sancakları taşıyan sendin ey asil sahabi! Bedir’de olduğu gibi Uhud’da da sancağı sen taşıyordun ey mert insan!

Uhud’da bir an savaş kızıştı. Müşriklerin hedefinde Resûlullah vardı. Senin gözlerin ise yine Resûlullah’ın üstündeydi. Can pahasına savaşıyordun.

Bir an İbn Kamia, Efendimize (sallallâhu aleyhi ve sellem) saldırma cüretinde bulundu. Sen ok gibi fırladın onun önüne. Ateş düşmüştü içine. Böyle bir şeye asla izin veremezdin. Sen Efendimiz için atan bir yürektin!

Atıldın ve çetince çarpıştın. Ancak o azılı müşrik iki zırh giymişti. Sen ne pahasına olursa olsun civanmertçe savaşıyordun. Önce bir kolun gitti. Sancağı diğer eline aldın. Sancak düşmemeliydi! Ardından diğer kolun da gitti. Bu sefer sancağı omzunla ve boynunla tuttun, zira Resûlullah’ın sana vermiş olduğu sancak yere düşemezdi. Dalgalanmalıydı göklerde… En sonunda bir kılıç da boynuna indi ve orada şehadet şerbetini yudumladın. İbn Kamia, Efendimizi öldürdüğünü zannetti, zira sen sahabiler arasında Efendimize en çok benzeyen kişiydin.[9]

Sen göklere çıkarken bir melek senin suretine büründü ve senin yerine savaşmaya devam etti. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) senin şehit olduğunu henüz bilmiyordu ve senin yerine geçmiş meleğe seslendi. “İleri ey Mus’ab, ileri!” dedi. Melek, Efendimize döndü ve “Ben Mus’ab değilim yâ Resûlullah!” dedi.

Savaş bittikten sonra Efendimizi senin olduğun yere getirdiler. Başın kuma gömülmüştü. Nebi mahzun, Nebi üzgün! Sahabilerine senin neden o hâlde olduğunu biliyorlar mı diye sordu. Sen kafanı kuma gömmüştün, zira şehit düştükten sonra Efendimize bir şey yapacaklar diye düşündün. Resûlullah için kılıç sallayacak bir kolum yok, onun yolunda feda edecek bir başım yok diye düşündün. Allah sorduğunda görevini yerine getirememiş olarak huzurda bulunmaktan, bu şekilde hesap vermekten korktun ve başını kuma gömdün ya Mus’ab! Efendimiz senin başındayken, “Müminlerden öyle yiğitler vardır ki Allah’a verdikleri sözü yerine getirip sadakatlerini ispat ettiler. Onlardan kimi adağını ödedi, canını verdi, kimi de şehitliği gözlemektedir. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmediler.” (Ahzab, 33/23) âyetini okudu. Sen sözünü yerine getirdin.

Savaştan sonra üstünü örtecek bir örtü dahi bulamadılar. Kaftanınla başını örtseler ayakların, ayaklarını örtseler başın açıkta kalıyordu. En sonunda Efendimiz başını örtüp ayaklarına izhir otu koymalarını söyledi.[10] Senden sonra sahabiler bolluk bereket zamanında seni hatırlamış, seni anmışlardı. Bazıları da iyiliklerinin karşılığının bu dünyada verilmiş olmasından korkup telaşa düşmüşlerdi.

Sen dünya nimetlerini elinin tersiyle itmiş, kendini Allah (celle celâluhu) ve Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) adamıştın.

Selam olsun sana ey Mus’ab!

Dipnotlar 

[1] Ibni Hişam, Sîre, c. 1. s. 344-345; Ibni Sa’d, Tabakat. c. 1, s. 203-204; Taberî, Tarih, c. 2. s. 222.

[2] Ibn-i Hişam, A.g.e., c. 2, s. 76; Ibn-i Sa’d, A.g.e., c. 1, s. 220.

[3] İbn-i Hişam, Sîre, c. 2, s. 77-78; Ibn-i Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 420; Taberî, Tarih, c. 2, s. 236.

[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 78-79; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 420; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 236-237; İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 1, s. 160; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 170-171.

[5] İbn Sâ’d. Tabakât, III, 117; İbn Abdi’l-Ber, el-İstiâb (İsâbe Hamişinde), III,

[6] ; Abdü’l-Celil Şelebî, Mus’abü’l-Hayr, Mecelle-tü’I-Ezher, (sy., 5), s. 1049-1054, Kahire 1976.

[7] İbn-i Hişam, Sîre, c. 2, s. 83-84; ibn-i Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 221; Taberî, Tarih, c. 2, s. 228.

[8] ibni Hişam, A.g.e., c. 2, s. 264.

[9] İbn-i Hişam, A.g.e., c. 3, s. 77.

[10] Buharî, Megâzî, Bab-u Gazvet-i Uhud, 82; Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, IV, 351-355.