Kim O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) gibi bakabilir ki?
Kim O’nun gibi değerlendirebilir ki?
Çile dönemleri geride kalmıştı. Çekirdek çatlamış, filiz vermiş, serpilmiş, meyve vermeye durmuştu. Karabulutlar dağılmış, gecenin karanlığından sonra âsûde bir şafak çakmıştı. Nereye baksanız huzur iklimi tülleniyordu. Güneş yepyeni bir renge bürünmüştü âdeta. Kış geride kalmış, bahar bütün güzelliğiyle arz-ı endam ediyordu her tarafta. Kalbler huzura erince, gönüller itminana kavuşunca, hayatta kalmanın da farklı bir anlamı olmuştu. Herkesin tatlı bir meşguliyeti vardı günün saatleri arasında. Her şey yerli yerine oturmuştu belli bir zaman sonra. Evlere, sokaklara, çarşıya pazara, kısacası hayata bir düzen gelmişti art arda. Kadınlar, erkekler, çocuklar, yaşlılar ve bütün varlıklar… Bir bahara ermişlerdi yaşanılan onca sarsıntıdan sonra.
Hicret sonrası Medine’den bahsediyoruz. Son Elçi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) insanlar arasındaki hâlinden bahsediyoruz.
Gökyüzünün yıldızları mesabesindeki Sahabe-i Kiram, her gün Efendimiz’le (sallallâhu aleyhi ve sellem) konuşuyor, O’nu dinliyor, O’nun arkasında saf saf olup namaz kılıyorlardı. Onlar çarşıda, pazarda, evde, mescitte, hazerde ve seferde O’nunla yüz yüze, göz göze, kalb kalbe yaşıyorlardı. O, nazarıyla, herkesin ruh dünyasını aydınlatıyordu. Sohbetiyle eşya ve hâdiseleri yeniden yorumlama kabiliyeti elde ediyorlardı. Muhabbetiyle oluşan sevgi ikliminde, yer yer meleklerle diz dize geliyorlardı. Himmeti ile şahlanıp kanatlanıp enfüsten âfâka seyahatlerin en güzelini gerçekleştiriyorlardı. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir şeyler söylese de dinlesek, bir şeyler emretse de yerine getirsek, bir işaret buyursa da onu gerçekleştirsek diye düşünüyor ve sanki hep gözlerinin içine bakıyorlardı.
İki cihan Sultanı Resûl-i Ekrem Efendimiz yolun başında durmuş, yola istikamet kazandırmış, ebediyet yolcularına rehberlik ediyordu. Zorlu bir süreç yaşanmış, ama kısa bir süre sonra binlerce gül açmıştı bahçelerde, bülbüllerin şakımaları duyulmuştu baharın gelişiyle birlikte. O güller de bülbüller de bir nehir, bir ırmak gibi, çağlayanlar gibi akacak zemin arıyorlardı. Henüz suyun ulaşamadığı yerler, suya hasret topraklar vardı. Kader onların yollarına su serpecek, toprak suyla buluşacak, suya kanacak ve o çorak topraklar da rengarenk gülistana dâyelik yapacaktı.
Yollar açıldı bir gün onlara. İç ve dış bütünlüğüne ermişlerdi. Medine’nin medeniyet rengini taşımaya hazırdılar dört bir yana. Ellerinde ebediyet çiçekleri, gönüllerinde ilahî sevgiyle bezenmiş hakikat rehberi. Her adımda yeniden yeşeren düşüncelerle çıkacaklardı yola.
Onları eğiten eğitmişti bir kere.
O günlerde Mescid-i Nebevî gerçek fonksiyonunu eda ediyordu. Sahabiler halka halka olup mescidi dolduruyorlardı. Hem namazda hem de namazın dışındaki zamanlarda, herkes O’nunla zamanı değerlendirmeye çalışıyordu. Bulunmaz bir fırsattı bu. O Mahbûb-u Kulûb ile beraber aynı anda yaşamak, aynı mekânı paylaşmak kime nasip olurdu? Bu ne büyük bir talihti! Resûl-ü Ekrem Efendimiz mübarek odalarından çıkmış mescide gelmişti. Bir grup sahabi de mescitte halka halka olmuşlardı. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) dikkatlice baktı onlara. Bir tarafta evrâd u ezkâr ile meşgul olanlar, diğer tarafta da Kur’ân ilmi talim edenler, ilmî bir mevzuyu müzakere edenler vardı. İnci mercan gibi dudaklarından şu ifadeler döküldü Allah Resul’ünün (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Her iki halka da hayır üzeredir.”
Sonra O Mürşid-i Kâmil şöyle devam etti:
“Ben ancak bir muallim olarak gönderildim.” ve ilim halkasının yanına oturdu.
İlim, imana açılan önemli bir kapıydı. İlimle varlıkların üzerinde ve derûnundaki sanat eserleri ortaya çıkacaktı. Onunla yeni yeni sırlar keşfedilecek, kâinat bir kitap gibi mütalaa edilecekti.
İlmî bir temele oturmayan düşünceler ve inançlar, zamanla taassuba kayabilirdi.
İlimle akıl aydınlanacak, kalb istikamet bulacaktı. Her bir varlığın üzerindeki mühür görülecek, mührün Sahibi tanınacak ve ona hayranlık duyulacaktı. Bundan dolayıdır ki O (sallallâhu aleyhi ve sellem) sırlar muallimiydi. Kâinattaki bütün sırların anahtarı O’nun elindeydi, O’nun dilindeydi. O bilinmeden, tanınmadan, sevilmeden, O’nun gözlüğü ile makro alemden mikro aleme bakılmadan neticeye gidilemeyecekti.
O gün O’nun haykırdığı hakikatler, Kur’ân’ın beyan buyurduğu gerçekler, kalbi huşyar olanların vicdanlarında yerini buldu. Ruhlarına mâl oldu. Hayat yolunun üzerinde, cennetlere ulaştıracak birer işaret olarak kendisini gösterdi. Bugün de aynı duygu ve düşüncelerle kâinattaki sırları keşfetmeye çalışıp insanlığın istifadesine sunmaya çalışan güzel toplulukların yanında da Allah Resûlü vardır denilebilir. Çünkü O, (sallallâhu aleyhi ve sellem) âhir zaman peygamberidir ve kıyamete kadar kendisini seven ehl-i ilim ile beraberdir. Çünkü bu mesajı bize on dört asır öncesinin Medine’sinden vermiştir: “Selamımı ulaştırın kardeşlerime.”
Güneşi terk edip mum ışığında yola devam etmek isteyenlerin ışıkları en ufak bir esinti karşısında sönecektir. Sarsılacaklar, yolda kalacaklar, karanlıkta çareler arayacaklar, ama asla yol bulamayacaklardır. Karanlıkta, kapalı bir havada gibi olacaklar. Yağış da vardır. Şimşek çaktığından az bir yol görünecek ama gözleri de kamaştığı için yine yola devam edemeyecekler. (Bkz. Bakara, 2/19–20).
Hâlbuki Güneş, ışığını O’nun nurundan almıştı. Ay, parlaklığını Bâbüs-Selam kapısının tokmağından almıştı. “Sonsuz Nur”u okuyanlar, “Kalb İbresi”ni takip edenler, sırât-ı müstakîmi bulmuş, getirdiği prensiplerle hayatlarına yön vermişlerdir. Keşke O hakikat güneşi Nebiler Nebisine (sallallâhu aleyhi ve sellem) gölge olmasak da bütün insanlık O rehber-i ekmel ile tanışsa. Ona ulaşmak isteyip de bizim yanlış tutum ve davranışlarımızdan dolayı o güneşler güneşine ulaşamamışsa birileri, “Huzur u İlahî’de ne denilebilir ki?” demekten kendimi alamıyorum.