Edebiyat Kasım 2021 Nur Arslan

Köprü

Başımı yaslamış, ritmik şekilde cama vuran kafamın içindeki düşüncelerin kavgasını dinliyordum. Hafif hafif esen rüzgârı hissedebiliyordum. Göz kapaklarımın ardından bir karanlık, bir aydınlık siluetler hızla geçiyor, bazen rahatsız olup gözlerimi aralama ihtiyacı duyuyordum. Her araladığımda da gayriihtiyarî, bakışlarım dışarıdaki manzaraya takılıyordu. Heybeti ile korku salan rüzgâr türbinleri, masal dünyasındaymışım hissi uyandıran yel değirmenleri, uçsuz bucaksız, yemyeşil araziler, peş peşe geçiyordu yanımdan. Ama beni en çok cezbeden, birbirinden farklı mimarilere sahip, her biri birer mühendislik harikası köprülerdi.

Ardımda kalan bütün köprüleri düşündüm bir an… Hiçbiri birbirine benzemiyordu. Mimarileri farklı olduğu kadar bazısının görevi de farklıydı. Kimi dik ve yüksek ayaklar üzerinde, kimi kavisli bir yay gibi, kimi halatlarla havada asılı dururcasına, kimi bin bir çeşit mekanizma ile açılıp kapanırken kimi de gemileri yüzdürüyordu üzerinde.

“Hey gidi insanoğlu!” dedim. Karşıya geçmeyi kafana koyunca nasıl da imkânlarını zorluyorsun. Mesafe az ise farklı, uzak ise daha farklı bir mimarî ile, derin suların üzerinde başka, sığ suların üzerinde bambaşka bir zekâ ile… Kimi zaman katlanan, kimi zaman açılan, bazen asansör gibi yukarı çıkıp aşağı inen, kimi çelik halatlı, kimi beton yığını, kimi derme çatma ahşap köprüler. En ilginci ise, alışılagelenin aksine, gemileri üzerinden, araçları altından geçiren köprüler… Bazısı çok ilkel, bazısı ise fevkalade ihtişamlı…

Şöyle bir doğruldum, yan durmaktan ağrıyan belimi rahatlattım. Boynuma dayanan kemer kayışını düzelttim. Uyku sersemliğim geçmişti. Bakışlarımı tekrar camdan dışarıya çevirdim. Hava kararmak üzereydi, gökyüzü pespembe pamuk şekerle kaplanmıştı âdeta. Beş yaşındaki bir kız çocuğu gibi gülümsetti beni bu devâsa pamuk şeker.

Şimdi kararmaya yüz tutan havaya inat, ışıl ışıl aydınlanmıştı bütün mühendislik bağları… Bu kez düşüncelerim her birinin ardına kaydı. Hakikaten insanoğlunun ulaşmak istediği bir yer var ise ne kadar uzak olursa olsun bütün şartları zorlayıp bir bağ ile bağlıyordu kendini ötelere… Peki ne oluyordu da aynı insan, yanı başındaki diğer bir insanla gönül köprüsünü kurmayı bir türlü beceremiyordu?

İnsan bazen taş, bazen demir, bazen tahta, bazense basit bir halatla uzakları yakın ederken ne oluyordu da sadece sevgi gerektiren gönül köprüsünü kuramıyordu? En sarp yamaçlarda bile metrelerce uzun geçiş bağlarını kurarken en yakınındaki insan için, “Ona ulaşmam mümkün değil.” diyerek kestirip atabiliyordu?

Hâlbuki dünyevî köprüler için bunca gayret gösteren, aklın sınırlarını, fizik kanunlarını zorlayan insan; iş kalbî köprülere gelince nasıl da âciz kalabiliyordu.

Sonra dönüp kendime baktım. Yarım bıraktığım köprülerimi düşündüm. Hem içimdeki hem de çevremdeki, keşfedilmeyi bekleyen membaları düşündüm… Ulaşamadığım her lahza kaçırdığım cevherleri… “Haydi!” dedim, “O vakit yakala artık bu fırsatı.” İlk köprü yapılmasaydı, insanlar en ufak engelde pes eder ve dünyanın farklı bölgelerine ulaşılamazdı. Sen de oturduğun yerden öteye gidemezdin. Durma öyleyse, her gönle dokunmak için kur sen de köprülerini… Sığınma bahaneler ardına, “Olmuyor!” deme, “Değmez!” deme. Bilemezsin, “Değmez!” dediğin gönlün ötesinde karşılaşacağın güzellikleri. Harekete geç, nakkaş gibi ilmek ilmek işle gönül köprülerini. Her kalbin meziyetine göre, her yüreğin ihtiyacına göre kullan yöntemini.

Hatırla, ne diyordu o engin düşünce ve gönül insanı: “Aç açabildiğin kadar sineni, ummanlar gibi olsun. İnançla geril ve insana sevgi duy; kalmasın alâka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül.”