Kaç taş oldu pencerene attığım
Kaçını kıyısından sektirdim,
Kaçını yüreğine dokundurdum.
Kaç gece elimdeki taşlarla
Pencerenin önünde bekledim.
Sokak lambasının loş ışığında
Cebimdeki taşlara renk giydirdim.
Üşüyen parmaklarımı pencere önündeki
Kıpkırmızı gül kokulu taş saksılarla ısıttım.
Bir ayrılık sancısıyla uyanmıştım. Kapkara gecenin siyahından geriye kalan aynada yansıyan buğulu gözlerle, kısa bir tebessüm olmuştu. Kaf Dağı ne kadar uzaktı bilemiyorum, ama dudaklarımdan dökülen kelimeler onu da geçmişti. Belki de taş kesilen bedenimdi de kimse beni fark etmemişti.
Masallarda anlatılan kırk haramiler birden kitaplardan fırlamış gibiydiler. Kılıçlarını savurup taş üstünde taş bırakmıyorlardı. Üzerlerine sinen bu koku da neydi? Hangi âteşin ikliminden gelmişlerdi? Beni var eden bu sevda, onları ateşe atmış da yok mu ediyordu?
Güneş sessizce bulutların arasından göz kırparken pencerenin önünü kapatan taşlar sana dost olmuştu. Gözlerinden gemiler geçerdi de sana bakanın derdini, elemini alırdın. Gölgem şimdi şuracıkta. Bir çift tel örgü çekilmiş taş duvarda. Hayallerim ise mahşer meydanında dalgalanan Livaü’l-Hamd’ın altında.
Mevsimler geçiyordu. Ne zaman biterdi bu ayrılık? Sorsam bile cevapsız kalırdı bu soru. Şimdi bir sabır taşı dikmeliydim yüreğime! Zorlu geçen her kışın baharı gelirdi elbet. Kim bilir bazen bir mısraın ortasında, bazen de kafiyesinde. O vakit gelene kadar yağmurda yüzüme çarpan damlalar gibi serin kılmalıyım kalbimi. Pencerende açan rengarenk çiçekler gibi ben de mevsimimi beklemeliyim.