Gündüz, biraz buruk, ama aynı zamanda heyecanlı bir şekilde sahneden ayrılmıştı. Gece, bütün ihtişamıyla sahnede yerini almış, doğru ânı bekliyordu. Seyirciler yerlerine kurulmuş, geceyi pür dikkat seyretmekteydiler. Gece için bütün hazırlıklar yapılmış, etraf kapkaranlık bir hâle bürünmüş ve geri sayım başlamıştı.
İşte yine her zamanki gibi gece, kusursuzluğuyla ve gökte ışıldayanlar göz alıcılığıyla sahnedeydiler.
Bu güzel gösteri gerçekleşirken ulaşılması zor, ama imkânsız olmayan hayaller peşime düşmüşlerdi. Düşündükçe beni farklı diyarlara götüren, hayal ettikçe içimi ısıtan, havalara uçmama sebep olan, güzel mi güzel hayalim yine çıkagelmişti.
Bir diğer deyişle, kafamın içinde düşler ülkesine yolculuk başlamıştı. Gökyüzündeki yıldızlar bir bir parıldarken düşler teker teker ülkeme uğruyordu.
Ah, işte ilklerin ilki, çok sevgilinin biricik eşi ilk konuğumdu. Desteğiyle, cömertliğiyle, sevgisiyle tanınan biricik eş…
Uzaklarda ışık saçan başka konuklar da görünüyordu. Öyle parlıyorlardı ki gözlerimin bu ışığa alışıp gelenlerin kim olduğunu seçmesi biraz uzun zaman almıştı, ama en sonunda kim olduklarını anlamıştım. Anlamamla havalara uçmam bir oldu. İşte dört yiğit, dört sadık, dört aslan, dört can dost da benim karanlığıma ışık olmaya gelmişlerdi.
Bu birbirinden güzel yıldızların ziyareti, solgun ruhuma nur olmuştu sanki. Daha başka konuğum olmaz diye düşünürken arkadan yeni konuklar görünmeye başlamıştı. Onların nuru benim karanlıklara gömülmüş düşler ülkemi de parlatıyordu.
Gelen yıldız tanınmayacak gibi değildi. Bu nasıl bir güzellikti böyle, genç ve herkesin hayran olduğu bir yıldız, tabiî herkes bütün yıldızlara hayrandı, ama neyse… Bu yıldız, ışık evin konuğu, hicretin yolcusu, çok sevgilinin tebliğ için gönderdiği Medine yolcusuydu. Ah, bu yıldızın yanında bir yıldız daha vardı, Medine’nin müminlerinin ilk altısında yer alan, Rabbine kavuşurken arşın sallanmasına sebep olan yıldız…
Onun arkasında bir yiğit daha gözüktü. “Allah’ın aslanı” diye anılan, çok sevgilinin biricik amcası.
Onun da arkasında müezzinlerin müezzini ve diğer bir tarafında da ne pahasına olursa olsun Taif’te, İnsanlığın İftihar Tablosunu taş yağmurundan korumak için kendini siper eden biricik yıldız bulunuyordu.
Gelen yıldızların sayısı arttıkça benim gönlümdeki mutluluk da artıyordu. Başka bir konuğum daha göründü uzaklarda. Diğer yıldızlardan bir süre ayrı kalmak zorunda kalmış, bahanelere değil doğrulara sarılmış olan o güzel yıldız da buradaydı. O ve onun gibiler için gök kapıları açılmış, âyetler nâzil olmuştu.
Mutluluğuma diyecek yoktu. Başka gelen var mı diye göz gezdirdim. Birden bir diğer yiğidin daha geldiğine şahit oldum. Uhud’a heyecanla giden civanmert. Meleklerin yıkadığı yıldız…
Başka bir yönden parıltısıyla dört bir tarafı aydınlatan genç annemiz de çıkagelmişti. İlmiyle, irfanıyla ışık saçan bir yıldız daha teşrif etmişti düşler ülkeme.
Artık sevincimi kelimelere dökmekte zorlanmaya başlamıştım. Bu muhteşem olayın hissiyatını anlatacak sözler bulamıyordum. Gökte parıldayan bütün yıldızlar anlaşmış da bu bîçareyi aydınlatmaya gelmişlerdi sanki. Onların gelmesiyle bana da bahar gelmiş, kış sona ermişti.
Düşler ülkem ışıl ışıl parlayan bir mekâna, yeryüzünde olabilecek en güzel hâle bürünmüştü.
Fahr-i Kâinat Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine tutunursanız kurtuluşa erersiniz.”[1] sözünü duyar gibiydim.
Dipnot
[1] El-Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, 1/132.