Hicret; din dersi kitaplarında, “Müslümanların Mekke’den Medine’ye göç etmesi” olarak tanımlanır. Aslında hicret, yaşanarak anlaşılabilir.
Zulümden kaçışsa hicretin adı, hangi asırda yaşadığına bakmaksızın, bir gece vakti, kimseciklere görünmeden ve en yakınlarınla bile vedalaşamadan, hatta nereye gideceğini bile bilmeden yollara düşmektir.
Bir kibir âbidesine biat etmediğin için bir gecede itibarsızlaştırılıp yıllarca ülke insanına verdiğin emeklerin üstünde tepinilen, bütün hakların gasp edildiğinden doğup büyüdüğün topraklardan yüreğin buruk olsa da başın dik olarak uzaklaşmaktır hicret.
“Ne istediler de vermedik!” diyen egosu canavarlaşmış gulyabanilerin tekliflerini elinin tersiyle itip tacı tahtı da yol sadakası olarak bu sonradan görme sevimsizlere bırakıp arkana dönüp bakmadan Hazreti İbrahim (aleyhisselâm) gibi tutulan yolun adıdır hicret.
Firavun’un sarayında hakikati haykırıp o saraydan kovulmayı göze alanların, koca bir ordunun takibinde Kızıldeniz’e yürüyüşün adıdır hicret. Asırlar geçse de yine bir sarayda, bir başka zalime boyun eğmeyip amansız bir takibe rağmen Meriç’ten geçmenin adıdır hicrettir.
Dik yokuşlu, keskin virajlıdır hicret yolları. Güneşi yakıcı, soğuğu dondurucudur. Ancak irade kahramanlarının göze alacağı bir yolculuktur hicret.
Mazinin ihtişamı süslese de hatıralarını, yeni bir sayfaya yepyeni bir cümle ile başlamaktır hicret.
Gittiği beldelerde rehavete düşmek değil, metafizik gerilime geçmektir hicret. Ne geçmişe ah etmek ne geleceğin hayallerine dalmak; içinde bulunulan anın hakkını verebilmektir hicret.