Birkaç günlük yağmurdan sonra gelen güneş, insanın içine bir ferahlık getiriyordu. Her zamanki gibi okul günü bitmiş, neşeyle kaldırımın renklerine karşı oluşturduğu oyunla servise doğru ilerliyordu Ada. Kırmızı renkli kaldırımlara basmak yasak, sarı renklilerde tek ayak üzerinde durmak gerek ve grilerde de her şey serbestti. Çocuk aklıydı işte.
Servise koştu. Bugün dershane günüydü. Servis onu annesinin çalıştığı dershaneye bırakacaktı. Okuldan çıkıp oraya gitmeyi çok severdi. Diğer öğretmenlerin çocuklarıyla birlikte zaman geçirmeyi, üst kattaki kreşe gidip oyunlar oynamayı, boş sınıflarda gezinmeyi, annesinin derslerine girip kenarda sessizce oturmayı, kantinden annesinin hesabına yazdırarak bir şeyler almayı ve kantinciyle birbirinden değişik iddialara girmeyi çok seviyordu. Hepsinden ayrı zevk duyuyordu. Bir seferinde kantinciyle pet şişe suyu tek seferde içme iddiasına tutuşmuşlardı. Bu olayı hatırladıkça hâlâ yüzünde bir tebessüm oluşuyordu. Bu neşeli yüzü, bir daha kantinciyle iddiaya giremeyeceğini duysa nasıl düşerdi, bu kalbi bir daha o koridorlarda koşamayacağını bilse nasıl kırılırdı.
Son gidişiydi bugün. “Çalınan anılar” adlı dosyaya giren ilk anıydı belki de bu. Ellerinden kayıp giden, yeri doldurulamayacak bir hatıra…
Bu haber Ada’yı üzse de hâlâ samimi, sıcak ve şirin bir okulu vardı en azından. Nasıl da seviyordu orayı. Candan arkadaşlarını, bilgili ve enerjik öğretmenlerini ve okulun sunduğu fırsatları…
O koridorlarda az koşturulmamıştı. Az etütlere kalınmamıştı. Az hayaller kurulmamıştı. Fakat bir anı daha çalındı. Çok sevdiği biricik okulu da elinden gitti. Öğrenim yurdu, evi gibi gördüğü, son sınıfa kadar orada eğitim görmeyi hayal ettiği okulu da kapanıyordu. Ne kadar büyük bir acıydı bu böyle.
Üzgündü. Evlerinin yakınında olan devlet okulunun yolu görünmüştü. Farklı farklı kurslarıyla, gezileriyle ve yetenekli öğretmenleriyle dolu olan okuluna veda etmek zorunda kalmıştı.
Önemli olan eğitim aşkı değil miydi? Okuyan, her yerde okurdu nihayetinde. Hem göstermeliydiler, bizim okullarımızda yetişen insanların nasıl insanlar olduğunu. Göstermeliydiler bizim öğretmenlerimizi, okullarımızı ve değerlerimizi…
Bir anı çalınsa da hissettirdiği duygular çalınamazdı. O duyguların öncülüğünde yola dimdik devam etmeliydi.
Sınıf birincisi olmak, bütün yarışmaları, bütün ödülleri kazanmak için ayrı bir gayret gösteriyordu Ada ve Ada gibiler. O okula da alışmıştı. Zaman her şeye çare oluyordu…
Zaman ve şartlar sürekli değişiyor, her geçen gün biraz daha zorlaşıyor gibiydi. Bu sefer sadece anıları değil babası da çalınmıştı sanki. Çok uzaklara yolculuk gözükmüştü Ada’nın babasına. Yeniden aile olacakları günleri hayal ediyorlardı yine de. Sabırları ve duaları karşılıksız kalmamıştı. Sonunda kavuşma günü gelmişti. Büyük bir heyecan, büyük bir neşe vardı. Memleketini, doğduğu, büyüdüğü yeri, akrabalarını ve sevdiklerini arkada bırakmak zordu, ama mecburlardı. Gün gelecek yine geri döneceklerdi. Onun için de zamana ihtiyaç vardı. Çok sevdikleri ülkelerini hepten kurtlara bırakmıyorlardı ya. Gelecekti o günler, bitecekti bu hasret ve son bulacaktı gözyaşları bir gün. Sabır ve dua ile yola devam edilmeliydi…
İşte ülkelerinden de ayrılmışlardı. Tekrar bir araya gelme mutluluğu onları canlı tutuyordu. Geldikleri ülkeye alışmaya başlamışlardı bile. Gereken şey umuttu. Etrafa neşeyle, ümitle ve sevgiyle bakmalıydı.
Zorlanmıyor değillerdi. Dil, yeni ortam, yeni insanlar, yaşanılanlar, yaşanmaya devam edilenler, şartları zorluyordu, ama derdi veren dermanı da ihsan ediyordu işte. Bazen bütün hayatlarının çalındığını hissediyor olabilirlerdi veya onlar gibi olan bir sürü kişi bunu hissedebilirdi, ama giden her şey kimindi ki? Çalındı diye düşünülen her şey kim tarafından verilmişti? Eşyalarını, evlerini, ailesini ve arkadaşlarını veren kimdi? Onları elde ederken hiçbir şey ödememişlerdi ki. Bütün bunlar onların değildi. Onların olmayan bir şeyin çalınmış olduğunu da iddia edemezlerdi. Her şeyin sahibi olan Allah, ister alır, ister verirdi. İmtihandı bu. Vazgeçmeden, yılmadan devam etmek, doğru yoldan şaşmamak gerekiyordu.
Doğru olan yolda ilerlerken kimin karşısına zorluk çıkmamıştı ki! Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) neler yaşamıştı! Sahabeler neler yaşamıştı! Hazreti Sümeyye (radıyallâhu anha) ve Hazreti Yasir (radıyallâhu anh) ne kadar işkence çekerse çeksin taviz vermemiş, bu yolda ilk şehitlerden olmamış mıydılar? Her şeye rağmen, “Biz de doğru olan yolda ne pahasına olursa olsun ilerlemeliyiz!” diye düşünüyordu Ada.
Geldikleri ülkeyi zamanla memleketleri olarak görmeye başlamış ve burada da nasıl faydalı oluruz diye yaşamaya başlamışlardı. Dile kolay, üç seneyi arkalarında bırakmışlardı. Mefkûreleri yeniden canlanmış, burada da hizmet etmeye çalışıyorlardı. Büyük bir görevleri vardı. Değerlerini ve inançlarını çok iyi şekilde yaşamalı ve temsil etmeliydiler.
Sahip olduklarını düşündükleri şeylerin aslında onların olmadığını aklından çıkartmamaya çalışıyordu Ada. Sonuçta bu dünya geçiciydi. İmtihan olduğunu unutmadan yola devam etmeliydi…