“Öğrenmek” fiilinin her yerde, her yaşta ve her durumda geçerli olabileceğine inanırım. İsterseniz küçük yaşta bir çocuk olun veya emekliliği gelmiş yaşı ilerlemiş bir adam veya parmaklıkların arkasında azılı bir suçlu… Her daim bir şeyler öğrenirsiniz. Mesela Dostoyevski’nin Suç ve Ceza adlı romanının baş karakteri olan Raskolnikov bile kanlı ellerini temizlerken bir şeyler öğrenmişti. Bir kürek mahkûmu olunca fark etmişti bazı gerçekleri. Daha sonra Werther acıyı öğrenmişti ona. Dorian, istemeye istemeye gittiği o yemeklerde kavramıştı durumun vahimliğini. Kimin neyi, nerede ve nasıl öğreneceği pek bilinmez.
Ben de öğrenmiştim ve hâlâ öğreniyordum. Mesela soğuğun sıcak kadar can yaktığını öğrenmiştim beklediğim o sınır kapısında. Güven duygusunun bazen riskli olduğunu, insanların nasıl da farklı olabildiğini öğrenmiştim. Yanlışlıkla kilitli kaldığım bodrumda öğrenmiştim karanlıktan korktuğumu.
Bunların yanında kendimi de öğrenmiştim. Mesela yemek yapmayı çok sevdiğimi, kirlettiğim mutfağımızı temizlerken öğrenmiştim. Ata binme yeteneğim olduğunu öğrenmiştim gittiğim kurslarda. İyi bir abla olabileceğimi öğrenmiştim kardeşim sayesinde. Namaz kılarken fark etmiştim verdiği lezzeti ve ben o gün öğrenmiştim kendimi iyileştirme yöntemini. Ne kadar âciz olduğumu ellerimi açtığım seccademde öğrenmiştim. Ah, en önemlisi, ben okumayı, yazmayı öğrenmiştim. Hayatımın değişeceğini, sekizinci yaş günümde bana hediye edilen bir adet kalem ve defterle anlamıştım. Elimden asla düşmeyecek o kalemimi orada tanımıştım.
Gözlerim masamda duran o kaleme takılıyor ve gülümsüyorum. Sabah saat 4.00 suları. Ben yatağımda dört dönüyorum, ama yine de girmiyor gözüme uyku. Yatağımda oturup bekliyorum. Az sonra kalkar bizimkiler namaza. Çok beklemiyorum karar vermek için. Çünkü ne yapmam gerektiğini biliyorum artık. Bunu da uzun geceler sonucunda öğrenmiştim, diyorum içimden. Önce abdest alıyorum. Sabahın dördü ve ben dışarı çıkacakmış gibi hazırlanmışım. Ama hayır, hedefim dışarıya açılan kapımız değil. Hedefim meşeden yapılma eski masam. Pencereye bitişik, yatağımla arasında beş adım bulunan bu masa, hayatımda çok büyük rol oynayan bir yer. Önüne geliyorum ve sandalyeye oturuyorum. Kenarına yerleştirdiğim onca defter arasından hemen deri defterime ulaşıyorum ve dolma kalem ile mürekkep kabını çıkarıyorum. Güneş doğmaya başlasa da masamda bir aydınlık arıyor gözlerim ve bu sebeple uyandırıyorum mumu da.
Açıyorum yarısı dolu defterimi. Bu deri defter bu sene doldurmaya başladığım beşinci defter. Boş bir sayfaya gelene kadar önceden yazdıklarımı inceliyorum. Kendi hatalarımı bulup ufak işaretler koyuyorum sonradan düzeltmek için. Kalemi batırıyorum mürekkebe ve ilk aklıma takılan kelimeyi not alıyorum: “cehalet.”
Kafamın içinde gezinen kelimeleri, raflara yerleştiriyorum. Düzene sokuyorum ve her birinin tozunu alıyorum zihnimde. Hafızamdaki bu kütüphane labirentine düşkünüm aslında. Hangi kelimenin nereye gelmesi gerektiği hakkında fazla düşünmüş olmalıyım ki odamın kapısının açıldığını bile fark etmiyorum annem yanıma gelene dek. “Gören de birisiyle toplantı yapıyorsun sanar. Ne bu şıklık yavrum sabahın bu saatinde?”
Gülümsüyorum bu tatlı hayıflanmalarına. “Kaç defa konuştuk bunu anne…”
“Her yazdığında böyle mi giyinmen gerek sanki?”
“Evet, saygı bu anneciğim. Tuttuğun kaleme saygı, akıttığın mürekkebe saygı. Aklından geçen yazarlara, şairlere saygı.”
Odadan çıkarken devam ediyordu tatlı hayıflanmaya. “Hayır, yani sanki bütün yazarlar giyindiler, bezendiler de öyle yazdılar. Rahat ol yavrum, rahat…”
Annemin bu takıntıma alışamaması, benimse ona her seferinde bunu açıklamam ayrı bir ironiydi. Kapının kapanma sesi ulaşınca kulaklarıma tekrar dalıyorum düşüncelere.
Bana yazarlığı bir iki kelime ile tarif eder misin deselerdi, “lezzetli sancı” olarak tanımlardım. Yazmanın verdiği lezzet ayrı, yazana kadar çekilen sancılar çok ayrıydı. Geceleri yatağınızdan sizi kaldıracak kadar sancılanırdınız. Kafanızda dönen kelimeler, cümleler, yazarlardan alıntılar… Her biri ayrı bir sancıydı. Ama o boş kâğıdı mürekkeple süslemek çok lezzetli bir işti. İnsanlar bu konu hakkında ne düşünür bilmiyorum, ama ben kesinlikle kutsal bir meslek olan öğretmenliğin ve doktorluğun yanına yazarlığı da ekliyorum.
Artık güneş doğmuştu; annem ile babamın kahvaltı masasını kurma sesleri geliyor. Ben de son kez daldırıyorum kalemimi o mürekkep kabına ve ismimi yazıyorum karaladığım sayfanın altına. Babamın odama girdiğini duyuyorum ve bir an sonra elini omzumda hissediyorum. “Yine kalemden uzak duramadın, değil mi?”
Neşeli sesi ile sorduğu soru ile kıkırdama dökülüyor ağzımdan. “Bitti baba. Şimdi bir editöre ihtiyacım var. Benim için okur musun? Ama dur, benim yanımda okuma. Utanıyorum. Annem bekler, kaçtım ben.”
Hızlı hızlı kurduğum cümleler gülümsetiyor babamı. “Hâlâ mı kızım?”
“Evet, hâlâ babacım. Ne var yani utanmamda. Hadi bak, çabuk oku gel. Çayları koyuyorum.”
Son cümlem ile fırlıyorum odamdan. Babamın defteri eline aldığı ilişiyor en son gözlerime. Derin bir nefes alıyorum ve çayın o enfes kokusuna bırakıyorum kendimi. Babamın okuduğu cümleler ise kafamda çoktan yer edinmiş:
Güç, bir kardelenin baş kaldırışıydı
Cesaret, ayçiçeğinin güneşe bakışları
Cehalet, saydırdı bize yıldızları
Bilmezdik önceden, hatıraların bu kadar can yaktığını
Şefkat, okşatıyor bize o yumuşak saçları
Sevda, ne büyüdü vefa ile ne küçüldü cefa ile
Hüzün, bıraktı yüzümüzde bir gülümseme
Akarken yanaklarımızdan gözyaşları