İçine giriş ve kabullenişteki kolaylık nispetinde, çetin imtihanların dizi dizi sıralandığı bir müessese: İman müessesesi! İç içe ızdıraplar onda; sonsuz, küme küme mahrumiyet onda saklı… Musibetin birinden kurtulurken belini çatır çatır kıracak ikinci musibet, başının üstünde hazırdır.
“Belanın en çetini peygamberlere, sonra Hakk’ın makbulü velilere ve derecesine göre diğer mü’minlere” sözü ile bu gerçeği ele alan zaman ve mekânın bir tanesi, Hakk’ın meftunu, vefakâr bendeleri ile yaşamış, dayanmış ve ulaşılmazlara ulaşmış tek varlıktır.
En büyük hakikati, insanlık semasının güneşinden alma mazhariyetini kazananlara gelince; onlar duyuş ve tasvir edişlerle anlatılmayacak kadar büyüktür. Mukaddes şeyler üzerine yemin ediş ve söz verişlerin çok fevkinde “İnandım!” deyişin, hâl ve davranışlardaki fevkalâde tezahürü onlarda…
Peygamberi müjdeleyen rüzgârlardan nasipli büyük Sa’d’ın babası “Hanîf” Zeyd, geleceğin ışık menbaından aldığı bir iki parıltı ile, “Lât, Uzza.. Hepsini terk ettim! Basireti olan herkes benim gibi yapar.” demek suretiyle dağ dağ baskı ve hakaretin üzerinde toplandığı ilk çilekeş ve son demin peygambersiz mü’minidir. Mekânın Efendisi’nin, itibarî bir hattan ibaret olan zamanı bertaraf ederek onun elinden tutmayacağı iddia edilemez. Gökte müjde, yerde nişan! Renk ve ziyanın beklediği atının dizginlerini bu cihet yurduna çevirince, yaşlı küre neşesinden Kisra’nın sütunlarını yıkar. Onda saadet sonsuz… Onda beşerin beklediği varoluş ümidi… Fakat bütün bunlar ateşten çember içinde.. Bir gül binlerce diken arasında.. Sadre şifa verir bir hâl, göğüs kemiklerini çatırdatan hâdiseler ötesinde… Bir damla âb-ı hayat, ancak develerin iliklerindekini içecek hâle gelen, yanmış ve dudakları patlamışlara veriliyor. Aklın iflas ettiği en garip nokta; yapılan her şey cana minnet biliniyor. Ayağının ucunu dokunduramayacağın kızgın çakıllar üzerinde, Allah’ın günü sırtüstü yatırılıp göğsüne kendinden ağır taşlar yüklenen Habbab şöyle düşünüyor: “Bu dava çok büyük, bu yük çok ağır; sen çok zayıfsın Habbab! Senin bu işkencelere katlanmanı mı, yoksa Allah Resûlü’nün ayağına bir dikenin batması mı? Habbablar ölsün, fakat onun ayağına bir diken batmasın!” Sonra vali bulunduğu zaman etrafındaki ihtişama bakar, eski acı günler içindeki tatlılığı düşünür ve ağlar…
Onlar inanıyorlardı. Gençliğin en alımlı demlerinde kurtarıcıyı tanıyan, Allah şehrinin muhaciri Ammar ve onun gibi sadece bir iki bahtiyarın ulaşabildiği mazhariyettir bu…
Bâdiyeden gelip Mekke’ye yerleşme ve sonra Ebedî Nur’a kavuşma… Onun mazhariyetlerinden biri de ilk İslam şehidi bir kadının çocuğu oluşudur. İmanı uğruna, gelecek her şeye katlanmaya azimli büyük kadının çekmediği kalmaz; en son, başı kaynayan suya sokulur, saçları dökülür, yüzü kebap olur. Bütün bunlardan sonra göğsüne demir vurulur. O, gözleri yükseklerin yükseğine dikilirken son sözlerini söyler: “Allah’tan başka mabud yok. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) O’nun Resûlü’dür.” Kısa bir zaman sonra, aynı âkıbete babasının dahi dûçâr olduğunu gören Yasir oğlu Ammar, bunların ızdıraplı müşahidi iken yakalanır. Çarmıha gerilir ve vücudunun muhtelif yerlerine kızgın demirler basılmaya başlar. Tahammül edilmez bu eziyetler, sırf Allah’ın Resûlü ile buluşup görüştüğü içindir. Bir gün olur ki ızdırap beşerin götüremeyeceği kadar ağırlaşır. Ammar dilinin ucu ile, O’nunla görüşmeyeceğini söyler. Bağları çözülür çözülmez ilk fırsatta Resûl’ün huzuruna gelir ve hüngür hüngür ağlar. Efendisinin “Kalbin nasıl?” sualine karşı, “Allah ve Resûlü’ne imanla dolu” cevabını verdiği zaman, merhamet kânı büyük insan, onu okşar ve iltifat eder. Bu devran; isimli isimsiz binlerce kahramanın Ceyhun olan gözyaşları ile, çağlayan kanları ile başlamış ve böylece devam etmiştir.
Bu yol uzaktır,
Menzili çoktur,
Geçidi yoktur,
Derin sular var.
İnsanların ebedî varoluştan nasipleri, çektikleri meşakkat ve ızdırap nispetindedir. Geçenlerde bu, ölçü ve hudut kabul etmez şekilde idi. Onlar İslam için yaşıyor ve hatırı her şeyden âlî olanın hatırını kırmamak için, inşa edecekleri müessesenin çamurunu kanlar ile yoğuruyor ve kemiklerini moloz yerine kullanıyorlardı. O binanın zemini ızdırap, duvarları elem, tavanı yıldız yıldız nâmütenahilik…
Selam Hakk’ın mergubu, Hak yolunun meczubu inanmışlara! Bilmiyorum ki biz inanıyor muyuz?
Not: Bu yazı, ilk olarak Gurbet dergisinin 1.7.1966 tarihli 10. sayısında neşredilmiştir.