Bazı insanlar hayatınıza bir kere girer. O insanların bundan haberi bile yoktur belki, ama sizi siz yapan unsurlardan biri oluvermiştir. Aniden gelen ölüm haberi ile dünyanın fâniliği gerçeği ve gözünüzün önünde beliren güzel hatıralar kalır geriye. Başka bir gün, bu güzellikleri neden anlatmıyorum ki deyip başlarsınız yazmaya.
Aldığım vefat haberi beni derinden sarstı ve gözyaşlarıma hâkim olamadım. Sanki daha dün görüşmüş gibiydik ve bugün ölüm haberini alıyordum.
Mükâfat teyze, hasbelkader tanıdığım bir dadaş kadınıydı. Erzurum’da, ek yerleştirme ile gittiğim okulun daha ilk haftalarında tanıştık onunla ve ailesiyle. Mükâfat teyzenin küçük kızı Rukiye, henüz ortaokul öğrencisiydi ve annesi nihayet evlerine yakın bir yere taşınan üniversite öğrencilerini bulmuş ve kızını onlarla tanıştırmaya getirmişti. Hayatımda ilk defa gördüğüm ve Erzurumlu kadınların günlük hayatlarında rahatça kullandıkları, ama bugün bile o kadar pratik bir şekilde nasıl kullandıklarını anlamadığım bir kıyafet vardı üstünde: ehram. Tam bir Osmanlı hanımefendisi gibi görünmüştü bu kıyafet içinde bana.
Daha sonra bu ailenin diğer hanım fertlerini de tanıdıkça anladım ki bu hanımefendiler gerçekten eşsiz bir terbiye, nezaket ve nezahetle yetiştirilmiş, gönül ehli insanlardı. Güneyde yetişmiş bir kız çocuğu olarak Erzurum coğrafyasında yaşamak ne kadar zor olsa da kısa sürede bu şehrin ve bu insanların güzel atmosferi beni sarmıştı. Farklı bir dünya gibiydi burası. Bazen çok candan bazen de çok yabancıydı her şey, ama o yabancılığın ortasında sıcacık bir meltem gibiydi bazı insanlar.
Zaman geçtikçe birbirimizi daha yakından tanımaya başladık. Mükâfat teyze, Seyfullah amcanın eşiydi ve ağzı dualı, tatlı dilli ve mütevazı bir hanımdı. Seyfullah amcayı, küçük minibüsü ve bakıma muhtaç olan oğlunu, sanki bir uzvu gibi sürekli yanında taşıyarak onunla ilgilenmesiyle hatırlıyorum. Yılların yükünün taşıyormuş gibi bir hâli vardı Seyfullah amcanın ve âdeta canlı bir fotoğraf gibiydi. Ne zaman görsem aynı dertli sima ve aynı duruş…
Yaşadıkları evi ilk gördüğümde çok şaşırmıştım. Biz öğrenci hâlimizle kaloriferli, sıcacık bir evde yaşarken onlar, odadan odaya soba boruları geçirerek ısındıkları bir köy evinde kalıyorlardı. Kışları dize kadar kar yağan ve suların buz tuttuğu bir yerde, bunun ne kadar zor olduğunu, yaşayanlar çok iyi bilirler. Sabah kalktığınızda evden çıkmak bile işkence gibi gelir. Dizime kadar kar yağan günlerde benim de derse yetişmeye çalışmışlığım olmuştur oralarda. Bu insanların bir kere bile şikâyet ettiğine şahit olmadım bu durumlardan.
Hele bir de annesi vardı ki Mükâfat teyzenin, dua etmeye başlayınca sanki zaman dururdu ve sadece o duaya devam etsin, ben dinleyeyim isterdim. Öyle derin, öyle içtendi. Hayatında unutamadığın bir hatıranı anlat deseler, o teyzeden dua dinlediğim zamanlar ilk sıralarda gelir.
Rukiye’nin yedi yaşlarında bir erkek kardeşi daha vardı. Onlarla yaptığım bir konuşmayı çok net hatırlıyorum. Amcalarından bahsetmişlerdi. Küçük kardeş onu rüyasında gördüğünü anlatıp sevgi ve içtenlikle hasretini dile getirmişti. Ne tuhaf demiştim içimden, küçücük çocuk bile ne kadar saygılı amcasına karşı.
Şimdi olduğum yerden 21 yıl öncesine baktığımda gördüğüm şey, Mükâfat teyze ve onun gibilerin hak ve hakikatin ayaklı birer temsilcisi olduğu… Okul tahsili almamış olabilirler, ama bu güzel insanların, benim kitaplardan öğrenemeyeceğim çok şeyi bildiklerine emindim.