“Vuslat ne zamandır evladım?” dedi karşıdaki yorgun ses, amansız bir özlem ile. Belki de defalarca kendine sorduğu soruyu, şimdi göğüs kafesini ok gibi delip geçen soluk alışverişlerinin arasında haykırmıştı telefonun diğer ucuna, kilometrelerce uzaklardan. Bir cevap mıydı cidden beklediği? Ne kelimeler tam mânâsıyla anlamına ışık tutabilirler ne de aklın gücü yeter anne ile evlat arasındaki manevî çekim gücünü idrak etmeye…
Bediüzzaman Hazretleri, bu hakikate şöyle dikkat çeker: “Evet, insanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun validesidir… Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım hâlde, kasem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi, merhum validemden aldığım telkinat ve manevî derslerdir.”[1]
Evlad, derin bir nefes aldı ve döktü içini olduğu gibi:
“Kolay değildi anne! Hasretliğin girdabında kaybolmadan, esiri olmadan kötü hislerin, ümitli bir şekilde vuslatı beklemek… Özlem duymak sesine, kokuna, gülüşüne, destek oluşuna ve ümit oluşuna… Her şeyine susamak… Zorlandım anne! Yağmur yağdı, ıslandı yüreğim. Her bir damla darbesiyle küçüldü hücrelerim. Rüzgâr esti, dallarımı incitti. Söz söylendi, dokundu. Göz baktı, değdi. Yol uzadı, bitmedi. Benlik kıyafeti yakışmadı üzerime, sarmadı.”
Cevap veremedi anne. Gönlü diline gem vurmuştu. Telefonda cılız bir cızırtı ve bastırılan hıçkırığın ardında mahzun bir iniltiydi şimdi geride kalan. Yaşlı yürek, dağlara taşlara hasretini anlatabilmişti de sanki bu evlada anlatamamıştı içinde kopan fırtınalarını, gecenin derinliğine gömdüğü çaresizliklerini ve endişelerini. Yüzündeki yorgun ifadenin ardında sakladıklarını hiç anlatamamıştı. Bir aralık çabaladı bir şeyler söylemek için. Olmadı, yapamadı. Pes etmişti. Belli ki biraz sonra duyacağı şeyler, şimdiden ağırlığını hissettirmişti yaşlı bedenine.
Uzun bir sessizliğin ardından devam etti evlat.
“İman, imtihanlarla kemâle erer anne. Hakk’ın yolunda, elif gibi durmak lazım gelir. Eğer gözlerimizin önündeki gaflet perdesi aralansın, hakikat deryası gönlümüze aksın istiyorsak; nefsin ve şeytanın oyun ve hilelerine sabırla mukabelede bulunmalıyız. Allah Resûlü’nün mirasına sahip çıkmaktan başka bir derdi olmayan Hizmet erlerine her türlü zulüm ve işkenceyi reva gördüler. Bu da bu yolun çilesi olmuş oldu. Yolumdan da yolumun üzerindeki her türlü imtihandan da razıyım anne! Vuslat Cennet’e kaldı, bu dünyada payımıza ayrılık düştü anne!” diyebilmişti evlat. Hiç değilse yolları gözleyen, her çalan kapıya “Acaba o mu geldi diye?” koşan bir gönlün ateşini söndürme isteğinden başka bir gaye yoktu bu cevapta.
Evladının, inandığı davası uğrunda bilmem kaçıncı yılını gurbette geçiriyor olmasına üzülmemişti hiç. Biliyordu, inanıyordu doğru yolda, dosdoğru yaşadığına. Hakk’ın rızası üzere yaşamaya çalışan, O’nun ismini gönüllere duyurma gayret ve cehdi içerisinde olan ve sırf bu yüzden olmadık dertlere dûçâr kalan, geçmişten günümüze binlerce insan arasından sadece bir tanesiydi o.
O anda şu âyet imdadına yetişti ve gönlüne su serpti: “Bundan sonra şunu bil ki: Şüphesiz ki senin Rabbin, mihnet ve işkenceye, zulme ve baskıya uğradıktan sonra mücahede edip sabreden, ardından da hicret edenlerle beraberdir. Evet, Rabbin, onların bütün bu güzel hareketlerine karşılık elbette onları bağışlayıp ihsanda bulunacaktır. Çünkü O gafurdur, rahîmdir.” (Nahl, 16/110).
Diyalog olarak başlayan telefon görüşmesi, şimdi artık monolog bile değildi. Sükût eyledi zaman. Sessizlik kendinden utandı. Taşımak istemedi bu hicranı. Teselli aradı geçmişten, anılardan, üstesinden gelinmiş nice zor günlerden. Sonra bir hatıra canlandı gözlerinde. Anneyle evlat arasındaki ilk ayrılık da doğumla başlamıştı. Ağlamıştı kadın. Aylarca rahmet haznesinde beslediği ve büyüttüğü evlâdı, artık kendinden ayrılmıştı. İlk ayrılık göbek kordonunun kesilmesiyle başlamıştı. Acı gözyaşı olmuş, terinin tuzuna karışıp dökülmüştü damla damla gözlerinden. Sonra ikinci kez ağlamıştı kadın. Bu sefer çocuğunu kucağına vermişlerdi. Kokusunu içine çektiğinde, Cennet’ten bir esinti almışçasına şükürler yağdırmıştı yüce Yaradan’a. Aylar süren hasreti vuslatla taçlanmıştı. Önce acıdan, sonra sevinçten ağlayan anne, Hâlık-ı Kerim’in eşsiz hediyesine şükürler sunmuştu.
Zaman ve mekân, o an birleşti. Evladın annesinin feryadına kulak verdi. Kalbde sır olan, aşikâr hâle geldi. Döküldü dilden, şiir oldu.
Yanma artık ey gönül,
Söndür artık içindeki kor tutmuş ateşi,
Vuslat ümidiyle harlama,
Bekleme o treni,
Kim bilir gelir mi, yolda mı kalır
Gelse var mıdır içinde beklediğin
Kavurur beni de sıcaklığın
Bir derya olmuş gözlerinden akıttığın
Her şey geçer de sana olan susuzluğum geçmez
Dilim yorulsa gönlüm konuşur
İşitmez misin gece boyu sana fısıldadığım dualarımı
Bir gün gelmez mi rüzgârlara savurduğum kokum
Yanma artık ey gönlümün hoş sedası, tatlı dili
Ben bu dünyanın fani yüzünden vazgeçenlerdenim,
Halk içinde bir eksik bendeyim
Gözünü, gönlünü Yaradan’ın aşkıyla bürüyüp
Yollara savrulanlardanım,
Ümidim de duam da O’nadır
Neylerse oyum
Hangi kaba koyarsa orayı ev bilir, sığınırım
Kimi kapıma gönderirse, ya Hızır bilirim ya dost olurum
Her şey kaybolsa
Dağı, taşı, mahlûkatı yâren eylerim
Yaradan’dan ötürü yaratılana muhabbet beslerim
Dipnot
[1] Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 247.