Annem kış gelince hemen her gün, “Oğlum portakal ye, C vitamini var.” deyip bazen soyduğu bazen de soyulmamış portakallarla peşimde dolaşır. Genellikle çalışma odamda kıstırır beni.
“Haydi, oğlum vitamin var. Kışları hasta olmamak için çok önemli, aç ağzını!”
Çoğu zaman, “Tamam, anne masaya bırak sonra yerim.” desem de dilim dilim keser, kendisi yedirir, işi garantiye almak için.
Bir gün yine bir tabak portakalla geldi odama. Yatma vaktim gelmişti.
“Oğlum buraya bırakıyorum.” dedi ve çıktı odadan.
Çok uykum vardı, portakalları yemeden uyuyakalmışım.
Rüyamda elimde meyve bıçağıyla bir portakal kovalıyordum.
Önde portakal, arkada ben, kan ter içinde koşturuyoruz.
Sonunda sıkıştırdım bir yerde.
“Kaçma, yiyeceğim seni!”
“Tamam, yemesine ye, ama beni çok korkuttun. Kovalamana da gerek yoktu, çünkü biz sizin için yaratılmışız. İşte hazırım, kabuklarımı soy ve doya doya ye beni.”
“Nasıl yani, kestiğim zaman acı duymaz mısın?”
“Yo, bilakis insan vücuduna geçince mutlu olurum.”
“Sizde C vitamini diye bir şey varmış, çok faydalıymış, annem öyle söyledi.”
“Annen doğru söylemiş. Fakat değerli şeyler saklanır biliyorsun. Onlar da en korunaklı yerde depolanmış. Haydi, bul da ye o zaman.”
Portakalı elime aldım ve dikkatle inceledim. Göze hoş gelen turuncu bir renk, iğne ucu büyüklüğünde delikli şekiller, yumuşacık bir kabuk… Bu zamana kadar niçin farkına varmamışım diye hayıflandım.
Sonra başladım soymaya. Yana yakıla vitamin arıyordum.
Keserken burnuma gelen hoş kokuyu daha önce neden hissetmemiştim? Bir daha kokladım. Koku güzeldi, ama neredeydi bu vitaminler? Kabuğun arkasına baktım. Kabuğun içi başka renkteymiş. Burası sanki içten sıvanmış; beyaz, kalın ve yumuşak bir dokuya sahip. Bir de ikisinin arasına baktım dikkatlice. Çok enteresan, yuvarlak yuvarlak minik tomurcuklar şeklindeydi dış kabuğun altı. Bunlar hem yastık gibi esnek hem de aralarında boşluklar vardı. Portakal, dalından koparılsa bile buralardan içeri giren havayla uzun süre canlılığını koruyor olmalıydı.
Kabukta yoktu aradığım vitaminler. İç tarafa yöneldim, her tarafına baktım. Fakat her yer birbirine benziyordu. Herhalde şaşırtmak için böyle yapılmıştı, diye aklıma geldi. Acaba han dilimdeydi bu vitaminler? Hangisi daha korunaklı ise ondadır diye düşündüm. Hepsi de aynı şekilde sağlam bir zarla kaplıydı. Zarlar da yine beyaz, yumuşak lifli, beyaz bir maddeyle örtülüydü. Bismillah deyip dilimlerden birisini seçtim. Boydan boya kestim ve aramaya başladım. Bir de ne göreyim, yüzlerce parlak, şişkin, minik baloncuk var! Minyatür üzüm taneleri şeklinde üst üste düzenli bir şekilde yerleştirilmişler. Çok şaşırdım. Bu minik tulumbacıkların her birinin de zarı vardı. Sanki onlar da içlerinde bir şeyler saklıyordu. Bu kadar düzenli bir şekilde kim yerleştirmişti bunları?
Hangisine bakacağımı şaşırdım. Tomurcuklardan bir tanesini seçtim ve yavaşça meyve bıçağının ucuyla kestim. Birden içinden suyla beraber üzerinde “C” yazan bir sürü küçücük parçacık fırladı.
“Buldun bizi, buldun bizi!” diye bağırıyorlardı.
Çok sevinmiştim.
“Nasıl da ilk seçtiğim dilimde buldum sizi!” dedim.
“Bütün dilimlerde var.” dediler.
Bu arada diğer dilimlerin içinden de ışıklar yanıp sönmeye ve alkış sesleri gelmeye başladı.
“Peki, neden bu kadar gizli yerlere saklanıyorsunuz?” dedim.
“Bizler hava ile temas ettikten bir süre sonra özelliğimizi kaybeder, faydasız hâle geliriz. Onun için Rabbimiz bizi buralarda sizler için hazırlayıp bekletiyor. Portakalın her bir dilimi ayrı ayrı korunmaktadır. Dilimler kesilmedikçe biz korunuruz. Hatta bir dilimdeki her bir tulumbacık da ayrı ayrı korunmaktadır, patlayana kadar sizi bekleriz.” dediler.
“Madem bu kadar faydalısınız, neden sadece kış aylarında oluyorsunuz? Neden her zaman yoksunuz.” diye sordum.
“Her mevsim meyve vardır. İnsanların ihtiyacına göre yaratılırlar. Mesela bizim görevimiz, kışları çok görülen soğuk algınlığı gibi hastalıklarda vücudun direncini artırmaktır.” dediler.
Bu sırada portakalın her yerinden, tempo tutulmuş, “Bizi de ye Ömer, bizi de ye Ömer!” diye sesler gelmeye başladı. Adımı nereden biliyorlar diye düşünüyordum ki annemin, “Ömer, Ömer!” diye seslendiğinin farkına vardım.
Gözümü açtığımda annem üstümü örtüyordu.
“Oğlum üstünü örtmeden uyuyakalmışsın, bak yine portakalını yememişsin.”
“Özür dilerim anneciğim, hemen yiyorum.”
“Uykun bölünmesin, yarın yersin.”
“Peki anneciğim.”
Sabahleyin kahvaltıda, keyifle, o harika renginin, mis kokusunun ve lezzetinin farkına vara vara ve Rabbimize şükrederek yedim portakalı. Ya vitaminler? Onlar da ulaşması gereken yere ulaşmıştır herhâlde.