İnanç Şubat 2024 Sümeyye Sakarya

Vuslatın Işığında Ayrılık

Hava iyice kararmış, sokağın lambaları yanmaya başlamıştı. Pencereden bakınca ileride duran lambanın bozulmuş olduğu görünüyordu. Arada bir göz kırpar gibi yanıp sönüyordu. Küçük kızın kaldığı yatakhane odası, uzun koridorun en sonunda, sağdaydı. Odanın içinden kulağına gelen kısık sesli şarkının sözleri yüreğinin kıyılarına çarpıyor, dalga olup gözlerinden dışarıya akıyordu!

Ayrılık, ayrılık, aman ayrılık
Her bir dertten alâ, yaman ayrılık
[1]

Daha 12 yaşında bir çocuk ne anlardı “ayrılık”tan! Olsa olsa bu kelimeyi sadece hecelerine ayırabilirdi! Ne geçmiş zamanda bir cümlenin içinde kullanabilirdi ne de gelecek zamanda! Oysa ayrılık daha şimdiden ince, taşlı ve kavisli bir kemer olmuştu küçük kızın incecik beline.

Elbette mevsimlerin birbirinden ayrıldığı gibi hayatın da ayrılıklara ve vuslata şahitlik ettiği anlar vardır. Hazreti Âdem’den (aleyhisselâm) beri bu ikilem yaşanır; ayrılıkların acısıyla yüzleşirken, vuslatın tatlı heyecanı da kalbde hissedilir. Her ayrılık, bir başlangıcın sonunu, her vuslat ise yeni bir yolculuğun kapısını aralar.

Bazen ayrılık, gözlerin birbirinden uzaklaştığı bir vedalaşma gibidir. Gönül, kırık dökük duvarlarıyla çevrili bir şehri terk ederken, hatıralarıyla dolu sokaklarda yankılanan adımlarıyla geçmişe veda eder. Ama unutulmaz anılar, gönül bahçesinde solmayacak çiçekler gibi hep rengârenk kalır. Kimi zaman da ayrılığın hüznü, kalbde bıraktığı izlerle bir ömür boyu taşınır. İşte burada önemli olan da insanın ne uğruna Mecnun gibi yollara düştüğüdür.

Okulun yatakhanesinin penceresinden karşıya bakarken, başka bir ülkenin ışıklarını gören kız, ellerini uzatınca ışıkları yakalayıverecekmiş gibi avuçluyordu. Üç tarafı dağlarla bezenen Ordubad, belki de dünyanın en küçük şehirlerinden biriydi. Bir tarafı dağlar, öte yanı İran’ın etekleriydi. Burası küçük kızın dünyayı yönettiği kalesi gibi olmuştu zamanla. Etrafındaki dağlarsa kalesini koruyordu sanki. Okulun ve yatakhanenin binaları, dağların ve kırların arasında açmış mor bir menekşeydi. Binaların rengi ve duruşu güven veriyor, kol kanat geriyordu bu ıssız şehre…

Küçük kız hafta sonu olunca koşa koşa ailesine gidiyordu. Vuslatın güzelliği özlemle yoğrulmuş bir buluşmadır. Anne babaya, evlada, yâre ve doğduğun topraklara sarılıp kalbini serinlettiğin anların tarifsiz tebessüm makamıdır.

Ayrılık ve vuslat, birbirine zıt gibi görünen duyguların birbirini tamamladığı bir denklem gibidir. Ayrılık, bir muallimdir; insanı sabır ve dayanıklılık konusunda eğitir. Vuslat ise bir ödüldür; özlemin sonunda ulaşılan bir hazine. Ayrılık, sevginin derinliklerini sorgulatırken, vuslat, sevginin ne kadar güçlü olduğunu gösterir.

Edebiyatımızda bu dilemma yüzyıllardır işlenmiş, şairler ve yazarlar ayrılık ve vuslatın dokusunu satırlara dökmüştür. Kimi zaman bir aşk hikâyesinin romantik bir dönemecinde, kimi zaman Yaradan’a duyulan vuslat iştiyakının kıyısında, kimi zaman da hayatın ta kendisiyle iç içe geçmiş hâlde karşımıza çıkar bu temalar. Ayrılığın acısıyla yanıp kavrulan yürekler, vuslatın şifasını bulduklarında bütün dünya onların etrafında dönmeye başlar. Tıpkı Mevlânâ’nın şeb-i arus (sevgiliye kavuşma gecesi) olarak ifade ettiği, Rabbine olan muhteşem dönüşü, Üstad Bediüzzaman de şu şekilde anlatır:

Ey insan! Fenâya, ademe, hiçliğe, zulümata, nisyana, çürümeye, dağılmaya ve kesrette boğulmaya gittiğinizi tevehhüm edip düşünmeyiniz. Siz fenâya değil, bekaya gidiyorsunuz. Ademe değil, vücud-u daimîye sevk olunuyorsunuz. Zulümata değil, âlem-i nura giriyorsunuz. Sahip ve Mâlik-i Hakikînin tarafına gidiyorsunuz. Ve Sultan-ı Ezelînin payitahtına dönüyorsunuz. Kesrette boğulmaya değil, vahdet dairesinde teneffüs edeceksiniz. Firaka değil, visale müteveccihsiniz.[2]

Büyüdükçe anlamaya başlıyordu küçük kız. Artık onun için ayrılık, ormanın derinliklerinde bir kuşun kanat çırpışları kadar sessiz bir vedaydı. Her bir çırpınış, geçmişin hatıralarını taşıyordu ve ormanın güzelliğinde kaybolurken, ağaçlar birbirine hüzünle eğiliyor, yapraklar rüzgârın narin esintisiyle ayrılığın şarkısını fısıldayarak küçük kızı bu okuldan uğurluyordu. Küçük kız artık “ayrılık” kelimesinin bütün eş anlamlarını bilse de kalbindeki sızısı hep aynıydı. Gönüllerin dostu Karacaoğlan, “Ölüm ile ayrılığı tarttılar / Elli dirhem fazla geldi ayrılık” diyerek derdimize ortak olmuştur.

İnsan hayatının gerçeklerinden biri olan ayrılık ve vuslat, hem insanın manevî yolculuğunu zenginleştirir hem de ona hayatın derin anlamını kavratabilir. Ayrılıkla yüzleşirken sabır, vuslatta ise sevinç ve mutluluk kapıyı çalar. İnsan, bu dengeyi kurabildiği sürece, hayatın döngüsünde ayrılık ve vuslatın getirdiği her anı değerli kılar, onlardan bir şeyler öğrenir ve İlahî huzura giden yollara revan olur.

[1] “Azerbaycanlı şair Ferhad İbrahimi’nin yazdığı, Azerbaycanlı besteci Ali Selimi’nin bestelediği bir şarkıdır.” tr.wikipedia.org/wiki/Ayrılık_(şarkı)

[2] Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 260.