Acaba insanlığın en faziletli fertlerini arkasına alıp bütün âlemlerin kalbi gibi olan Arş’a yönelerek ellerini kaldırıp dua eden, bütün varlıkların en değerlisi, bütün zamanların en kıymetlisi, “İnsanlık Âleminin Şerefi” ve “Kâinatın İftihar Tablosu” ne istiyor, bak, dinle:
Ebedî saadeti istiyor, ölümsüzlüğü istiyor, Rabbimizin huzuruna çıkmayı istiyor, Cennet’i istiyor. Varlık aynalarında sonsuz mânâlarını ve güzelliklerini gösteren bütün İlahî isimleri istiyor.
Talep ettiği şeylerin verilmesini; rahmet, inayet, hikmet ve adalet gibi sayısız hakikatler icap ettirir. Aslında şu zâtın tek duası bile, Cennet’in yaratılması, baharımızın icadı kadar kudretine hafif gelen Rabbimizin, o zâtın talep ettiği şeyleri ihsan etmesine vesile olur.
Evet, nasıl ki onun peygamberliği, imtihan yeri olan dünyanın açılmasına sebebiyet verdi, öyle de onun kulluğu da ahiretin açılmasına sebeptir.
Acaba akıl ve hakikate önem veren şahsiyetlere, “Şu varlık âleminde, mevcut olandan daha mükemmeli, daha üstünü olması mümkün değildir.” dedirten, şahit olduğumuz şu muhteşem intizam, rahmet içinde gözüken şu kusursuz sanat ve benzersiz bir terbiyede yansıyan şu güzellik; hiç böyle bir çirkinliği, böyle bir merhametsizliği, böyle bir intizamsızlığı kabul eder mi?
Rabbimiz en basit, en önemsiz arzuları, sesleri işitip istekleri yerine getirsin, ama en önemli, en lüzumlu arzuları görüp işitmesin, anlamasın ve yapmasın? Böyle bir şey hiç mümkün müdür? Yüz bin defa hâşâ! Böyle bir güzellik, böyle bir çirkinliği kabul etmez, çirkin olmaz.
Ey hayalî arkadaşım! Bu anlattıklarımız yeterli olur, şimdi geri gitmeliyiz. Yoksa, yüz sene şu zamanda, şu yarımadada kalsak; yine o zâtın akıl almaz icraatlarının ve muhteşem işlerinin yüzde birini bile tamamen anlayamayız ve bu nuranî faaliyetleri seyretmeye doyamayız.
Şimdi gel, her asra birer birer bakacağız. Bak, her asır, o hidayet güneşinden aldıkları feyizle nasıl çiçek açmış! İmam Ebû Hanife, İmam Şâfiî, Bayezid Bistâmî, Şah-ı Geylânî, Şah-ı Nakşibend, İmam Gazâlî ve İmam Rabbânî gibi milyonlarca nuranî meyveler veriyor.
Şahit olduğumuz şeylerin ayrıntılarını başka bir vakte erteleyip o mucizeler gösteren ve hidayete vesile olan zâta, bazı mucizelerine işaret ederek bir salavat getirmeliyiz:
Ey varlığıyla varlığımızı ışıklandıran, gözlerimize nurlar serpip bizleri nefsanî karanlıklardan kurtaran Rahmeti Sonsuz Rabbimiz! Arş-ı Azîm’den Kur’ân-ı Hakîm’i üzerine indirdiğin nurani Zât, yani Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem), ümmetinin hasenatı adedince milyonlarca salât ve milyonlarca selâm olsun!
Risaletini Tevrat, İncil ve Zebur’un müjdelediği; nübüvvetini doğumundan hemen önce ve doğumu anında görülen harikulâde hâllerin; bazı cinlerin, insanlık âleminden Allah dostlarının ve kâhinlerin müjdelediği; bir işaretiyle ayın ikiye yarıldığı Efendimiz Hazreti Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem), milyonlarca, ümmetinin nefesleri sayısınca salât ve selâm olsun!
Davetine ağaçların koşup geldiği; duâsıyla yağmurun hemen iniverdiği; sıcaktan korumak için bulutların
ona gölge yaptığı; bir ölçek yiyeceğiyle yüzlerce insanın doyduğu; parmaklarının arasından üç defa
Kevser gibi suların çağladığı; avuçlarının içindeyken çakıl taşları ve toprağın Allah’ı tesbih ettiği; O’nun
hürmetine Allah’ın, kertenkeleyi, ceylanı, kurdu, ağaç kütüğünü, zehirli keçinin kolunu, deveyi, dağı,
taşı ve ağacı konuşturduğu, Mirac’ın ve “Resûl’ün gözü başka yana kaymadı (ki, gördüğünü yanlış
görmüş olsun), görebileceğinin ötesine yönelmedi (ki, bir illüzyon görmüş olsun).” (Necm , 53/17) âyetinin mazharı olan Efendimiz, Mevlâmız ve Şefîimiz Hazreti Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem), nüzûlünden bu yana Kur’ân’ı okuyan her bir okuyucunun okuduğu her bir kelimenin hava dalgalarının aynalarında Rahmân’ın izniyle temessül eden bütün kelimelerinin bütün harfleri adedince, milyonlarca salât ve selâm olsun.
Bütün bu salâvatlardan her biri hürmetine bizi mağfiret et, ey İlâhımız, bize merhamet et, âmîn,
âmîn, âmîn.