Açmıyor güneş, koşmuyor çocuklar, duyulmuyor ezan sesi.
Bir gurbet akşamı, bir hicran yarası, bir acı, ılık yaz akşamı rüzgârı.
Yazın griliği, maviliğin uzaklığı.
Gözyaşları içerisinde masamda oturuyorum. İçimde kocaman bir hasret rüzgârı esiyor. O kadar ki kaldıramıyorum artık. Her dakika özlediğim bir insanı düşünmek; sesi, tebessümü kimi zaman ağlayışı, feryadı…
İçimden kocaman bir vaveyla kopuyor, ama kimse duymuyor. Sahi bu ülkede kim duyacak beni. Belki kuşlar, belki yapraklar, belki sümbüller, ama kalbimin kalbime denk olduğu bir insan değil.
Çok uzaklardayım olmak istediğim, hayalini kurduğum yerden. Buraya adım atmadan önceki son saatlerimi hatırlıyorum; yine bir havalimanı. Son kez sarıldıklarım, son kez elini öptüklerim, belki de son kez göz göze geldiklerim. Dedem bizi havalimanına götürürken kuzenim, “Asude Abla, tabelalara son kez bak. Bir daha Antalya’nın tabelalarını uzun bir süre göremeyeceksin.” demişti. Sahi, hiç aklıma bile gelmemişti. Tabelalar, üzerinde Antalya, Kaş, Serik yazan o tabelalar… İnsan mahrum kalınca aklına bile gelmeyeceği şeylere özlem duymaya başlıyordu.
Sonra yine bir havalimanı; arasında sadece üç saat… İçimde ümitlerim vardı o ana kadar, bir şeylerin güzel olacağına, alışacağıma o diyara, seveceğime, benimseyeceğime, benimseneceğime dair. Daha ilk saniye, ilk bakış bu ülkeye. Anlıyorum tahayyül ettiğimden çok daha uzak olacağını ya da tahayyül ettiğime ulaşmak için çok uzun ve meşakkatli bir yol, yoldan daha önemlisi halis bir niyet gerektiğini.
Antalya’nın güneşine veda ediyorum. Almanya’nın sonbahar ayazına merhaba demek gerekiyor. Bir göz arıyorum, biz söz, bir bakış, bir omuz. Adını bile bilmediğim sokaklarda arıyorum hepsini. Bana “Neredesin?” deseler tarif edemeyeceğim bu diyarda tanıdık birini arıyorum. Aklım farkında garipliğimin, ama kalbimde söküp atamadığım bir ümit çağlayanı. Sağa dönsem, sola dönsem, sabahtan akşama kadar yürüsem bu sokaklarda çıkar elbet değil mi birisi karşıma?
Yıllardır yürüyorum, ama yine de çıkmıyor. Şehirler geziyorum, bu ülkede bulamadım o insanlardan birini diyorum, başka bir ülkeye gidiyorum, yine bulamıyorum.
Sonra aynada kendimle göz göze geliyoruz. Kendime bakıyorum. Uzun bir zaman önce unuttuğum kendime. Benliğime, Âsûde’ye.
Bu diyara gelmeden önce küçük bir kızdım. Daha hayatı yeni öğrenen, neyi sevip sevmediğini, en çok neye üzüldüğünü, en çok neye ağladığını, en çok kiminle mutlu olduğunu anlamaya ya da kendini bulmaya çalışan bir kızdım.
Dışarıda akan saatlere inat, benim içimdeki saatler akmamış. Kendimle karşı karşıya geldiğimde fark ediyorum bunu. Kendimi bulma yolunda sendelemişim, hatta seneler önce kendimi bıraktığım yerde kalmışım.
Dilini, insanını, havasını, suyunu bilmediğim bu diyarda onları öğrenmeye çalışırken kendimi kaybetmiştim. Bir telefonla kutlanan doğum günleri, bayramda telefondan öpülemeyen eller, hicranlı gözler, bakışlar. Kavuşmak adına edilen ümit dolu dualar. İki derttaşım vardı bu ülkede. Biri seccadem, biri de hayatımı, duygularımı artık benden daha iyi bilen bir defter.
Anlaşıldığımı hissettiğim yegâne yerde ellerimi açıyorum O’na: Kalbimin ne kadar acıdığını, hasretten artık yolumu kaybettiğimi, sonra özlediğim insanları sayıyorum en yakın zamanda kavuşmak adına; anneannem, dedem, kuzenlerim, teyzelerim, arkadaşlarım ve Âsûde.
Sonra masama geçiyorum, kimsesiz akşamları bir nebze olsun güzelleştirmek adına mumumu yakıyorum ve başlıyorum yine içimi dökmeye:
“Sevgili günlük,
Bugün çok şiddetli bir fırtına çıktı, yağmurlar yağdı. Benim gönlüme de yağmasını, O’nun lütuflarıyla lütuflanmak diledim O’na el açarak.
Fırtınayı izlerken savrulan fidanları, çiçekleri gördükten sonra yine daldım düşüncelere. Ben de bir fidandım buraya gelmeden önce, henüz köklerini sağlamlaştırmaya çalışan. Büyüyüp, yeşerip çiçek verme hayalleri ile yanıp tutuşan.Yanımda da başka fidanlar, hatta yer yer ağaçlar vardı. Gölgelerinde dinlendiğim, onları görünce ümitlendiğim, yanımdaki fidanlarla hayallerimizi paylaştığımız, birbirimize destek olduğumuz, yağan yağmurlardan sonra şükrettiğimiz… Ufak tefek fırtınalardan sonra toparlanmak adına birbirimize destek olduğumuz…
Sonra bir fırtına çıktı. Kimsenim hayal bile edemeyeceği büyüklükte bir fırtına. Ne çınar ne de fidanlar kaldı. Ben gözümü başka bir yerde açtığımda anladım ki bu fırtına hepimizi bambaşka yerlere sürüklemişti.
Sürüklendiğim yerde yanımda tek tük de olsa fidanlar vardı, fakat herkesin kökleri, yaprakları o kadar zedelenmişti ki herkes bir şekilde toprağına alışmaya çalıştığından etrafındaki fidanları göremiyordu.
Çıkan küçük fırtınalarda kendi kendime yetemiyordum. Dışarıdan gelecek sürprizleri beklemekten, toprağımla iyi anlaşmaya çalışmaktan başka elimden bir şey gelmiyordu.
Sevgili günlük, sence ne zaman eski toprağıma dönerim, yine kocaman bir fırtına çıktığında mı? Yoksa ben toprağımla anlaşmayı çok iyi öğrendiğimde, etrafımda yeni fidanlar, çınarlar olmaya başladığında burası mı eski toprağıma dönüşecek?
Bu da böyle düşüncelere daldığım bir gündü sevgili günlük. Yarın görüşürüz.”
O fırtınanın üzerinden yıllar geçmişti, ama üzerine güneş açmamıştı henüz. Güneşi bekliyorduk, güneşi bekliyordum kalbimde sönmeye yüz tutmuş ümit balonu ile…
Yine güneşin açmasını beklediğim bir sabah telefon çaldı. Dedemin sessizliği, dedemin acizliği. Sonrası tarifsiz feryâd. Annemin “Anne!” feryadı. Asıl saatler o zaman durdu.
Yıllardır korktuğum o an. Çok sevdiğim bir insanın ölümünü kaldıramam diye düşünürken ölümle göz göze geldim o saniye. Sessiz evimiz bir anda insanlarla doldu. Anneannemin adını bile bilmediği sokaktaki evimiz, bir taziye evine dönüştü.
İncirler bile olmamıştı ki daha. Hem yaylada bana hamak kurma sözün vardı. Portakal bahçelerine geri döndüğüm gün, kim bana “Kuzum!” diye sarılacak şimdi?
Gözyaşlarımız bir nehirle buluştu. Ya anneminkiler? Korkudan, çaresizlikten annemin gözlerine bakamaz oldum.
Şimdi bir bayram sabahı. Telefondan öpemediğim o el ne kadar kıymetliymiş! Yokluk yanında uzaklık katlanılabilirmiş. Kaçıncı bayram saymadım anneannemsiz geçen, dedemi yalnız görmekten korktuğum kaçıncı gün…
Bu acı dilsizmiş. Bu gerçeği, defterimi açıp boş sayfalara uzun uzun baktıktan sonra anladım.
Gurbetin içinde bu acıyla hemhâl olduktan sonra anladım ki asıl gurbet fâniliğinin farkına varmadığımız bu dünya imiş. Ölüm ise O’na kavuşma hayaliyle bir hayat sürene paha biçilemez bir vuslatmış.