Hızlı adımlar atıyorum. İkindi vaktinin son demlerini yaşarken, içimdeki boşluk büyümeye devam ediyor. Kızıllık yerini akşama devredecek olmasının tedirginliğini yaşıyordu. Her ayrılığın sağlam bir vedası olması gerekirdi. Çevremdeki her şeyin içimdeki zifiri karanlığı yansıtması gibi, kızıllığın yerini akşama devredecek olması onu da tedirgin ediyordu belki de. Bu yüzden mi turuncuyu -sarıdan neşesini, kırmızıdan enerjisini alan portakalın rengini- benimsemişti gökyüzü kararan güne kendini bırakırken? Bilemiyorum. Tıpkı rüzgarın delice estiği gibi (eserken ki hoyrat ve düşünceden çok kendine yenilmişliği), her şey benim için de belirsiz. Yaprakların arasında savrulan, yönünü bulamamış bir rüzgar gibi telaş içerisindeyim kaldırımların üzerinde. Deniz dahi tutamıyor damlalarını; bölük pörçük bir bütün olmuş, dalgalar halinde kıyıya hiddetle çarpıyor. Bir damla su, niteliklerini redd edercesine kayalara meydan okuyor.
Ben ise her adımda üzerimdeki paltoya daha sıkı sarılıyorum. Ellerimi ceplerime iyice sıkıştırıyor ve düşüncelerimin buğulu havasında kayboluyorum. Zihnimdeki kaostan kaçma çabasıyla adımlarım hızlanıyor. Bedenim paltoya sarılmış olsa da, zihnimde yapayalnız kalıyorum. Yıkılmış binaların, devrilmiş ağaçların ve hırçın denizlerin ortasında çaresiz bir çocuk gibiyim. Dalgalı derya misali bir gelgit yaşıyorum zihnim ile bedenim arasında. Bu karmaşa, bedenimle olan bağımı gittikçe zayıflatıyor ve adımlarımda bir belirsizlik meydana getiriyor.
Arş aniden turuncu rengini gri ve siyah arasında bir bilinmezliğe bırakıyor. Bu renk kaybı, içimdeki huzursuzluğu daha da artırıyor; çevremdeki her şeyin anlamını yitirdiğini hissediyorum. Yapraklar yeşilden uzak, mavi denizin suları ve gökyüzünün uçsuz bucaksızlığından kaçmış gibi. Bilakis çiçeklerin yurdu olan renkler bile gurbete gitmiş (yerine- göç etmiş). Her şey anlamından ziyade, varlığını yitiriyor. Avuçlarımda sımsıkı tuttuğum bir mendilin kayıp gitmesi gibi, mana âlemi zihnimden kopuyor. Rüzgar daha da sertleşiyor, denizin dalgaları yükseliyor. Bir anda bambaşka bir hisse kapılıyorum. Hislerimle beraber ruhlar aleminde farklı bir kapı açılıyor adeta önüme. O hülyalarımın içinde ben bir atın üzerindeyim ve yularını sımsıkı kavramış avuç içlerim. Küheylanlar gibi şahlanıyor ruhum bir anda. Kendimi adeta atın üzerinde nalları sımsıkı kavramış avuç içlerinde olan bir küheylan gibi hissediyorum. Ancak bir anda atın çiftesini savurmasıyla, tüm güvenliğim ve kontrolüm uçup gidiyor. Telaş ve çaresizlik içinde, son durağım toprağın üzerinde buluyorum kendimi. Ellerimde yuların izi var…
Issız bir semtte, ürkek bir sokak dilencisinden ayırt edilemez bir halde olduğumu fark ediyorum. Bu sefer adımlarım yavaş, her adımı bilerek, şuurlu atıyorum. Alışılmış çaresizlik değil, kabullenilmiş bir acziyet bu. Anlamaya başlıyorum. Hayatta kalmaktan başka bir şey yeğlemiyorum. Artık o hülyaları rüyamın son bulmuş olmasıyla tekrardan yürümeye başlıyorum. Ellerimi yasaklı elmalara, benim olmayanlara artık uzatmamaya karar veriyorum. O an benim yapmam gereken tek bir şeye odaklanıyorum. Yürümek. Tek yapabileceğim şey yürümek. İradem dışındaki her şeyden soyutlanıyor ve kendimi bana emanet edilenin kaderime bırakıyorum. Bana ihsan emaneten ihsan edilen irademden bağımsız olan her şeyden uzaklaşıyor, kaderime doğru çekilişimi irademle işlemeye başlıyorum. Ta ki gecenin karanlığında kulesi arşa uzanan bir şatoya denk geliyorum. Sisli bir gecenin ortasında, tek yöne bakan işaretlerle dolu bir mekâna açılan şatonun kapısı beni içeri davet ediyor. Önce tereddüt ediyorum zira içinde tek beyazı olduğum karanlıktan, koyu bir parça halinde girecektim bu aydınlığa. Kendimi akar bir suya bırakıyor gibi, vahdaniyetin engin suyunda herşeyde hiç olmaya gidiyorum. Her şey de, hiç oluyor, O hiçlikte, her şeyden bir parça oluyorum. Adımlarımı içeriye doğru atmamla tüm sorumluluk ve ağırlıklarım omuzumdan bir kuş hafifliğinde kalkıp göç ediyorlar.
Yitik ve mağdur bir halde kendimden geçmiş, adeta iradem bedenimi terk etmişti. Tatlı bir baygınlıktan sonra gözlerim, çekik gözlü bir insanın gözlerine özenmişcesine kısık bir şekilde yeniden açılıyor. İçeriye müthiş bir ziyanın girmesine müsaade eden çokça pencere görüyorum. Öyle bir orantı müşahede ediyorum ki her yerde, istemsizce utanıyorum duvarlara işlenmiş kelimelerden. Doğruluyor, ön hizaya doğru yolumu buluyorum. Ben avuç içlerimi tam semaya doğru kaldırırken bir anda gökyüzünde bir şimşek çakıyor ve Arş-ı Âlâ’yı inleten bir ezan sesi yükseliyor. Hemen sonrasında şiddetli bir yağmur bastırıyor ve ben gözyaşlarımı tutamıyorum. Zihnimde köşeye oturmuş ağlayan çocuk ayağa kalkıyor. Artık puslu hava dağılmış, yerini güneşin sarmalayan ısısına ve ışığına bırakmış. Gönlümde çözülen düğümlerin ardından gözyaşlarım, camlara vuran yağmur taneleri gibi yüzümü yıkamaya başlıyor. Ben ve kâinat, tevekkül yağmurlarının altında birlikte ağlıyoruz.
Hakikat, kendi aşikar eylemiş, gaflete dalmış gözlerime. Dünyanın birbir fırtınası içinde, şu biricik, güçsüz, aciz ve fakir, ‘ben, ben’ diye inleyen bendim bir aynaya rastlamıştı nihayetinde. Çıktığı yolda, yolun padişahı değil, yolun seyyahı olduğunu anladı, toprak eli temas edince. Ve çok sürmedi, Zat-ı Hak, koşardı kendine bir adım atan o abdine. Kainata güneş gibi doğan, ama güneşin dahi yanında sönük ve fani kaldığı, rahmetiyle ısınıyor, nurlanıyordum. Tevekkül, zorlanınca kaçtığım limanım değil, damlası olduğum okyanusumdu artık.