İçimde kıştan korkan bir çocuk yaşıyor, yazı çok seviyor. Hava otuz derece olsun, şıpır şıpır terleyelim ama yeter ki üşümeyelim diyen bir çocuk. Bugün beni ziyarete gelecek.
Çocuğu karşıma alıp oturtuyorum. Gariptir ki, kıştan korkmasına rağmen pespembe bir gocuk var üzerinde. Burnuna kadar çektiği renkli bir atkı, el örgüsü olduğu belli. Sanki salıversek karların içine atlayacak. Ya da karın içinden az evvel çıkmış da gelmiş. Yanakları ve burnu kırmızı.
İki fincan saleple gidiyorum yanına. Birini eline tutuşturuyorum. “Çok sıcak, ağzın yanmasın.” diye tembihliyorum. Ben üzerimdeki ince gömlekle terliyorum, o ise başındaki berenin üzerine geçirdiği kapüşonla çok razı duruyor hâlinden. Gocuğun içinde minicik kalmış vücudunu dikleştirip ışıltılı gözeriyle bir beni, bir salebi süzüp başını sallıyor. Sandalyede kaykılıyor biraz, oturuşunu düzeltiyor. İçine muhtemelen iki kat kalın tayt giydiği kadife pantolonundan çıkan ayakları çok şirin geliyor gözüme. Şişkin bir kapüşon, gocuk ve pantolona tezat, pembe çorapları ile nazik ayaklar…
Salepten birkaç yudum alıyor. Dakikalar geçiyor… Hiç rahatsızlık vermeyen huzurlu bir sessizliği paylaşıyoruz çocukla.
Nihayet saleplerimiz bitiyor. “Isındın mı biraz?” diye soruyorum. Şaşırıyor.
“Ben üşümüyorum ki, sen üşüyorsun.” diyor.
Anlam veremiyorum. Sandalyemde hafifçe eğilip elini tutuyorum, buz gibi. Belki de benimki çok sıcak olduğu için bu kadar soğuk hissettiriyor.
“Ama ellerin buz gibi, bak ben terliyorum. Sen bu kadar kıyafetin içinde soğuksun.”
“Eller üşür, önemli olan yürek. Ben şimdi eldivenlerimi takıp botlarımı giyip kara koşacağım. Sen burada ısın dur, soğuğa çıkmaya cesaretin yoksa terlesen ne fayda?”
Söyledikleri beni afallatıyor. Ben hep o üşüyor sanıyordum.. Demek kıştan da korkmuyormuş. Nereden geliyor öyleyse içime bu yanılgı?
“Seni bir gün kara gömdüler. Çıkamayacağını sandın. Titredin, ağladın. Oysa ellerini kaldırsan açılacaktı yüzün. Kıştan korkan sensin, çünkü zahmetsizce ısınmaya alışıksın. Oysa üşümeden gerçek sıcaklığı bilemez insan. Yazın tadını kışı sert geçirenler bilir.”
Çocuk bunları söyleyip ayaklanıyor. Peteğin üzerinde duran eldivenlere yöneliyor.
“Hemen gidecek misin?” diye soruyorum.
“Evet. Sizin oraya kış gelene kadar benim yazım böyle geçecek. Yüreğime akseden güneşle koşacağım. Sen de kıştan korkmamayı öğrensen iyi olur. Yoksa bu terlemelerin yanına kâr kalacak. Ağustos ayındasınız değil mi orada? Üç ayın var korkunu yenmek için.”
Hayret ediyorum söylediklerine. Gözlerim koridorda son ayarda yanan kaloriferle, çocuğun fermuarını çekip yakasını sıktığı kalın gocuk arasında gidip geliyor.
Botlarını giymekte zorlanıyor. Yardım etmek için eğiliyorum. Bana tutunmak için elini göğsüme doğru koyuyor, sonra hemen geri çekiyor.
“Ay, sen gerçekten üşüyorsun. Yazda kış gelecek diye korkar mı insan, kışta bile bahar cilvesi görüp ısınmak varken?”
Ayakkabılarını giydirince doğruluyorum. Boyu benim yarım kadar neredeyse ama nasıl da kendinden emin duruyor çocuk.
“Nasıl olacak peki? Kıştan nasıl korkmayacağım?”
“Kalbine takva hırkası giydireceksin. Hmm, termal hırka gibi düşün, hatta ondan daha kaliteli.”
“Sende var mı ondan?”
“Evet var ama şimdi gocuğumu çıkarmam çok uzun sürer, arkadaşlarım bekliyor. Belki bir başka sefer.. Tabi o zamana kadar sizin oraya kış gelmiş olur çoktan.”
“Ee nereden bulacağım ki o hırkayı? Hangi mağazadan temin edebilirim?”
Üstünü başını düzeltmekte olan çocuk başını kaldırıp bana muzip bir gülümseme atıyor.
“Mağazada bulamazsın ki onu. Kendin örmen lazım. Benimki doğduğumda hediye gelmiş. Bir zaman sonra bana küçük gelecek, ben de kendime yenisini öreceğim.”
Sokaktan çocuğun ismini sesleniyorlar, “Leyla! nerde kaldın? Başlıyoruz kardan adama!”
Çocuk gitmesi gerektiğini söyleyip koşa koşa merdivenlere yöneliyor. Ben elimde burnu akarsa diye vermek istediğim mendil paketi ve sorularımla kalakalıyorum.
İpi nereden bulacağım? Hangi model örmem lazım? Şiş mi tığ mı? Hem ben kalbimin ölçülerini de bilmiyorum. Mezuram da yok ki..
Açık kalan kapıdan içeri zemheri rüzgârı esiyor. Telaşlanıyorum. Bu terli hâlimle rüzgâr çarpar diye korkuyorum. Oysa çocuk ne sakindi ne rahattı! Demek takva hırkası böyle koruyor insanı.
Salep fincanlarını almak için salona gidiyorum. O da ne? Yerde ışıl ışıl bir yumak var. Çocuğun oturduğu sandalyenin altında. Yumağı alıyorum, ipi takip edip pencere kenarına varıyorum. İp pencereden de aşağı, çocukların kardan adam yaptığı sahaya doğru uzanıyor. Leyla’nın gocuğunun içine kadar girmiş. Fark etmemiş mi acaba düşürdüğünü?
Sonra söylediklerini hatırlıyorum.
“Benimki doğduğumda hediye gelmiş. Bir zaman sonra bana küçük gelecek, ben de kendime yenisini öreceğim.”
Demek doğduğundan beri giydiği bu hırka böyle küçülmüş bugüne kadar? Yaş aldıkça ve mevsim geçtikçe ipleri sökülmüş.
Evet şimdi meselenin özünü anlıyorum. İçimde bir yerde kıştan korktuğunu sandığım o çocuk, bana hezeyanlarımın içinden tüm masumiyetiyle el uzatıyor. Çıraklar da ustaları böyle inşa ediyor olmalı.
Çocuk koşacak, koştukça azalacak hırka, ben de ardında bıraktığı yumakları toplayıp bir hırka öreceğim ona. Doğduğunda hediye edilen hırka kadar güzel olmayacak belki, fakat çocuk bir gün karşıma ‘ben’ olup dikildiğinde, üzerinde yamalı takva hırkasıyla, kıştan korkmadan bakacak gözlerimin içine, tıpkı bugün olduğu gibi. O gün ben de kıştan korkmayacağım.