2025 Genel Hakan Safyürek Haziran 2025 İnanç

Nur Nâsiyeli Rehber Ahmet 

Yazar: Hakan Safyürek 

Arkadaşımı o gün pek keyifsiz görmüştüm. Malum ahirzamandayız ya; keyif bozacak bir hayli sebep var eskiye oranla. Kamil beyin keyifsizliğini görmezlikten gelemedim. 

  • Hayırdır Kamil abi, nen var?

Az düşündü; derdinin yakınlardan geldiğini belli edecek kadar bir iç çekip, yarım gülümsemeyle, hiç beklemediğim karşılığı verdi:

  • Senin, iyiyim diyerek geçiştirilecek bir adam olmadığını biliyorum. Millet ‘coin’ kazar, sen arkadaşının derdini kazarsın. Kahve eşliğinde, dert mi konuşalım şimdi, ne yapalım!
  • ‘long black’ ayarında simsiyah şekersiz kahve, derdimizi diri tutacak kafeini ancak bünyesinde barındırır abi.

Çalıştığımız yerde, çalışanların hizmetine sunulmuş pahalı kahve makinasının başına geçtik. Termostat rezistansları hareket ettirirken, öğütücünün içindeki değirmen bıçakları büyük bir gürültüyle kahve danelerini parçalamaya başlamıştı.

  • Bizim çocuk, okuldaki ‘Welfare*’lere katılıyor. Soruyorum ne yaptınız diye? Her defasında; ‘’toplandık, bir şeyler okudu rehberimiz; pizza yedik ve dağıldık’’ deyiveriyor. Bu durum senelerdir devam ediyor. Pizza veya ona benzer sağlıksız yiyeceklerde dahi bir değişiklik olmuyor. Okul dışı ilgilenme de olmuyor gibi. Sevinçli günler neyse, hüzünle imtihan olduğumuz zamanlarda dahi; hatta geçen bizim çocuk kaza geçirdi, o zaman dahi aramadılar, aramıyorlar… bu iş tat vermiyor anlayacağın.

Öğütülen kahve daneleri, otomatik kahve makinasına takılı portafiltresine doğru akmaya başlamıştı:

  • Böylesi bir beklenti yanlış mı bilemedim! Bizler en çok ‘Rehberlik’ bekliyouz. Mâlumat sunmak başlı başına rehberlik için yeterli bir şey mi? Hiç yoktan iyidir diyerek sizce sadece şükür mü etmeliyiz bu duruma!

Şimdiki otomatik kahve makinaları bir alem, espressonun akacağı musluğa portafiltresini takmadan önce size kendisindeki ‘düzleyici tamper’i sayesinde hazır veriyor. Portafiltrenin kolundan tutup, kaynar suyun 15 Bar gücünde akacağı filtrenin heme altına taktım. Ne çekmişti şu kahve meyvesi. Ağacında yandı, toplayanlar onu ateşli kazanlarda yaktı, değirmenin hem de bıçaklısında un ufak edildi, tam oldum diye düşünmüşken şimdi bir de tepesinden aşağı kaynar sular boşalacaktı; Kâmil bey farksız mıydı:

  • Sen ne düşünüyorsun hakan!

Makina gürültüyle son bir kez daha silkelendi; ama 15 Bar’ı bulana kadar gerildi ve ‘Ristretto’ sıvısı usulca dökülmeye başladı…

Bazı kelimeler; adeta kriptolanmış şifre hükmündedir. O kelimeler geçince, sanki hatıraların şifresi çözülmüş gibi bir anda en ayan beyan görüntüler insan zihnine akmaya başlar. Kâmil Bey’in kullandığı kelime de işte bu sınıftandı: Rehberlik

Zihnim bir anda geçmişe gidiverdi. Gözümün önündeki takvim yaprağı, 90’lı yılların ortasında bir sonbahar mevsiminde kalmıştı. Yaprağın önünde 20 Ekim yazılıydı, tavsiye edilen erkek ismi Ahmet’ti. Tarihin hemen altında bir özlü söz ‘’ Mutlak Zikir Kemaline Masruftur ‘’. Arkasında tarihte bugünde İbn-ül Erkamın evi anlatılıyor ve yemek olarak da düdüklüde bol patatesli, salçalı, soğanlı eser miktarda etli harika ‘talebe yemeği’ tavsiye ediliyordu.

Üniversite okuyan beş arkadaş; hakan, Mutlu, Zafer, Murat ve Ahmet ev tutmuştuk. Beraber kalıyorduk. Ankara’nın bilinen soğuğuna eksi bilmem kaç derece daha katkıda bulunan, Keçiören’in tepelerinde bulmuştuk hesaplı evi. Evimiz 3 oda bir salondan oluşuyordu. Şu 2 odası salona açılan çok da kullanışlı olmayan evlerden. Evde kışları kömür yakılır, ev işleri günlere ve kişilere bölünürdü. Bu otağda huzur soluklanırdı. Sadece bu kişilerle beraber kalmak hayatımın şansıydı. Yalanın gölgesine dahi basmayacak, imanlarını tahkikle perçinlemiş, edep abidesi, akılda sadece ‘Nurdan Tahtlarda’ oturmaları mümkün görülen, zamanlarını aşmış yiğitlerdi bunlar.

Beraberce icra ettiğimiz ibadetlerde, altımızdaki zemin berraklaşıyor, gökyüzü sanki ışık tayflarını andıran avizeye dönüşüyordu.

İlmimizin zekâtı olsun; hakkını verelim diye de evimize liseden, ortaokuldan hatta tek tük ilkokuldan talebeler gelirdi. Aramızda iş bölümü yaparak gelen talebelere, ders anlatmaya, sınavlarında yardımcı olmaya çalışırdık. Konunun komşunun çocukları bu eve gelirdi. Bazen dikkat ederdim, gelen talebe sayısı bir hafta içinde 50-60’ı bulurdu. Böyle olunca hatıra biriktirmek hiç de zor olmuyordu.

Günlerden bir gün, yorgun argın eve gelmiştim. Üniversiteye gidiş geliş yaklaşık 2.5 saatimi alıyordu; öyle ki şimdinin yasaklı dergi ve gazeteyle özenle kaplanmış kitaplarını bu yollarda okur, bitirirdim. Hızlıca içeri girip takvimdeki talebe yemeğini yapmaya koyulmam gerekiyordu. Kapının eşiğinden bu duygularla içeri adımımı attığımda, Ahmet Hocamın giriş antrede, yerde oturararak elindeki bir kutudaki kurutulmuş yapraklarla bir şeyler yaptığını gördüm.

  • Ahmet Hocam hayırdır!
  • Abi, çocuklar gelecek. Onlara hazırlık yapıyorum.

Evimizin sakinlerinden en orjinaliydi Ahmet Bey. Tipik bir Karadenizli ailenin en büyük oğluydu. Zihin ve akletme fakülteleri müthiş çalışan, pratik çözümleriyle herkesi hayrette bırakan, ama en çok da kalbi ve bedeniyle tam bir temizlik abidesi, Allah’la ilişkisi imrenilesi derecede ileri, tam bir güzellikti.

Bundan olacak herhalde; evimize gelen ortaokul talebeleriyle o ilgileniyordu. Ahmet Bey’in evde kaldığı oda, lavabonun hemen yanında, öğleden sonra güneş alan yaklaşık nereden baksanız 6-7 m2’ lik bir alana sahipti. Odanın içinde bir kitaplık; altında, içinde ev sakinlerinin özel eşyalarının olduğu üzeri gazetelerle kamufle edilmiş muz kolillerinin saklandığı demir somyalardan iki adet, basitçe bir kilim, koyu renk bir kasetçalar ve ders anlatmak için beyaz tahta bulunuyordu.

Ahmet Hoca’nın talebeleri’ bu odayı kullanırdı. Bu oda gereksiz işler için kullanılamazdı. Zamansız yorgunluk alıcı şekerleme tadındaki uykular için bu odayı kullanmamıza izin verilmezdi. Çocukların geldiği zamanlarda evde pijamalı dolaşmak, Ahmet’i delirtmeye yeterdi. Hayır giyilmeyecekti. Çocukların evde bulunduğu zamanlarda tuvaleti kullanmak zorunlu bazı şartlara bağlıydı. Bir abinin ardından talebenin girme ihitmali karşısında, çıkmadan o lavabo her defasında haftalık temizlik yapılıyor gibi temizlenir ve çiçek kokuları sıkılır ve gürültü çıkarmadan çıkılırdı.

Sürekli kitap okuyan, dünya ve ahiret dengesini hayret verici şekilde dengelemiş Ahmet Bey; oda kurallarından taviz verecek gibi değildi. Çocuklar gelmeden önce o oda, sadece boş kalır; boş odaya 24 saat kadar Abdussamed’den Kur’an dinletilirdi. Ahmet uyumak için o odayı kullanır fakat, kesinlikle uzanarak ve pijamalarıyla değil, gecelik pantolon-gömlek kombiniyle, demirden somyaya iliştirilmiş kontrplak üzerinde iki parmak kalınlığındaki süngerde ertesi gün anlatacağı konulara çalışır, neden sonra bana Mevlana’nın şu meşhur resmindeki iki büklüm haline benzer şekilde uyuklayıverirdi. 

Odanın eşya ve yerlesim düzeni her ay olmadı, en geç iki ayda bir değişirdi. Kitaplık oraya, somyalar buraya…yok yok bir de başka türlü denemeliydi. Çocuklar ‘ülfet’ kelimesini hiç bilmemelilerdi. Belki 15-20 ay çocuklar böyle gelip gittiler. Gelen çocukların aileleri, bu evdeki kişileri merak ediyor evlerine davet ediyorlardı. Mükellef sofralar, iltifatlar… teşekkürler. 

Bu davetlerden birisi de Ahmet hoca’nın öğrencisinin ailesinden gelmişti. Çocuğun evine adım attığımızda, ev ahalisinin tamamının Ahmet beyin önünde sırayla teşekküre durduğunu görmüştüm. Aman Allahım! Neler neler söylenmedi o gün!

Aile çok ciddi bir soy yapısından gelmişti. Asil bir duruşları vardı; ama hayrettir ki, çocuklarındaki sadece bilmem kaç aydaki muhteşem; adap, edep, ders başarısındaki değişim ve özellikle ailesine karşı tam bir saygı heykeline dönüşmüş olması sebebiyle aile, Ahmet Hoca’nın karşısında koltuklarının tam uçlarında, ve en az nefes alacak bir duruş pozisyonuyla oturuyorlardı. O gece neredeyse bizden hiç kimse konuşmadı. Sadece; minnet ve şükran hisleriyle üniversite talebelerine hizmet edildi.

İşte bu Ahmet Bey’e; eve yorgun argın girdiğimde, yerde oturarak ne yaptığını sormuştum.

  • Abi, bugün çocuklar gelecek. Ben de çocukların odasına doğru uzanan bu halıfleksin altına ‘Gül Kuruları’nı serpiyorum.

Ne oldu bilemedim. Yığıldım kaldım orada, taş mı kesildim… yoksa bu ‘Rabbani’nin önünde ne yapacağımı bilemez mi olmuştum. Yollarına güller serilesi insanlar, yollara güller serpiyordu. Öyle bir hatıra ve ders niteliğinde bir sadmeydi ki bu, zihnimi tam 30 sene meşgul etmeye yetmişti.

Yaşıyor olsa da Ahmet Bey! Ruhu şâd, bedeni şâdıman olsun.

Kahve makinasının yüksek basıncının altında, derinden iniltilerle inen ‘espresso’ ekstresinin ardından kahve hazırdı.

Aklıma geldi birden; Kamil abiye sordum işte umarsızca:

  • Abi, bu kahve daneleri, bu kadar ızdırabı çekmeden de bize tat veremez miydi?

Kâmil bey, benden umduğu rahatlamayı bulamamıştı. Ben de bu görevi zaten usulca bedene 35 dakika içinde iyice yayılacak olan ‘kafein’e bırakmıştım.