Karlı bir Ankara akşamıydı. Muavin, “Erbil yolcusu kalmasın!” diye bağırıyordu. Soğuk hava, uzayacak yolların habercisi gibiydi. Nitekim, Erbil’e vardığımızda neredeyse 48 saati tamamlamıştık. İşte ta oralardan miras kaldı bana diyar diyar gezmek. Yollar, bavulları yıprattı. Sırtıma yükledi seneleri. Kimi zaman sert kayalıkların üzerinde mola verdim, kimi zaman da ağaçlarından kudret helvası topladığım bahçelerde.
Korkunun cirit attığı dönemlerdi. Etraftaki insanların telaşlarına karşı çocuk gözlerim her şeyi, Alice Harikalar Diyarında gibi görüyordu. Geceleri yıldızların altında kıpkırmızı renkleriyle uçuşan kurşunlar, nereden estiği bilinmeyen rüzgârın önünde savrulurlardı âdeta. Her köşe başında konuşulan farklı diller duyardım. Önceleri yolunu kaybetmiş biri gibi geçmişe gitmek istedim, evimi bulmaya çalıştıkça daha da yabancılaşıyordu sokaklar. Sonra beni fark eden mavi gözlü Hacı Tahsin Emmi hâlimden anlamış olacak ki beni alıp Erbil’in en tepesine, Erbil Kalesi’ne çıkardı. Bu kale; etrafı daire şeklinde çeviren, kerpiçten yapılmış, nakışlı, süslü evleriyle zamana meydan okuyordu. Buradan şehir daha bir küçük gözükmüştü. Tıpkı masaldaki gibi, büyümek için çörek yemişim de bir anda devleşmişim. Hayal dünyamda gezinirken birden kır saçlı bu amca, Erbil Türkçesiyle, “Kızım burası tarihte bir sürü medeniyete kucak açmış, yuva olmuş. Varsın senin de evin artık burası olsun.” demişti. Bu sözleriyle sanki bana kalenin anahtarını vermişti.
Aradan yıllar geçmişti. Üniversite sıralarında otururken bir gün telefonum çaldı. Telefondaki ses, Hacı Tahsin Emminin İstanbul’da olduğunu, hastaneye yattığını ve yarın ameliyat olacağını söylüyordu. Hastaneye koştum. Odanın kapısını açtığımda yılların eskitemediği bu güzel insan, beni görür görmez heyecanla hemşirelere, “Bu kız var ya, işte bu kız Erbillidir.” demişti. Ben gidemesem de Erbil buraya gelmişti işte! Hayalimde birden “Erbil’in kalesi var, gönlümüzde yeri var.” nağmeleri çalmaya başlamıştı…