Eve dönüş yolunda her zaman önünden geçtiğim simitçi dükkanından gelen nefis ekmek kokusu sardı ortalığı. Bu kokuya rast gelince eve yaklaştığımı anlar, adımlarımı yavaşlatır, nefis kokuyu sonuna kadar hissetmek isterdim, ama o gün yalnız değildim. Beş altı yaşında, pembe kurdele ile saçları cimcime yapılmış küçük bir kız da yere çömelmiş, derin derin nefes alıyordu. “Ekmek kokusunun müdavimleri çekirdekten yetişiyor galiba.” diye düşünürken minik kız olduğu yere yığılıverdi. Yanına yaklaşarak bu baygınlığın sebebini tahmin etmeye çalışıyordum. Birden “Nazlı!” diye bağırarak ve heyecanla koşarak yaklaşan bir annenin sesi dikkatimi dağıttı. Aynı anda eğilerek nefesini hissetmeye çalışırken annenin bu duruma çok alışık olduğu izlenimi veren soğukkanlılığı gözden kaçacak gibi değildi. Benim soğukkanlılığım ise yüzlerce benzer durumla karşılaşmış olmamdandı.
“Annesi misiniz?” diye sordum. “Evet.” dedi genç kadın.
“Bildiğiniz bir hastalığı var mı? Ben doktorum.” diyerek anneyi rahatlatmaya çalışırken “Yok, sadece şımarık.” dedi. Bir yandan çocuğunun kolunu çekiştirerek uyandırmaya çalışıyor, diğer yandan da simit dükkanından bir an evvel simit alıp eve gitmenin derdine düştüğünü belli eden cümleler mırıldanıyordu. Sokak kaldırımında baygın bir çocukla karşılaşmanın şaşkınlığını atamamışken annenin bu hissiz tavırları beni biraz da öfkelendirmişti.
“Neden şımarık?” deyiverdim birden. Bir yandan da ufaklığın dudaklarındaki morarma gözüme çarptı. “Yalınayak, incecik bir penye tişörtle kış günü dışarıda, kim bilir ne kadar süredir bu hâlde?” diye sesli düşünüyordum.
“Kardeşleri ile ne zaman kavga etse ya da istediği bir şey olmasa bugünkü gibi dönüp arkasını gider. Bugün iyice abarttı. Evden dışarı çıkıp kaldırımda koşmaya başladı. Arkasından yetişmeye çalışıyordum, galiba ayağı takıldı düştü.” dedi annesi.
“Daha önce hiç bu şekilde düştü veya bayıldı mı?”
“Çok” dedi anne. “Ama dikkat çekmek için yapıyor, dedikleri olsun diye; alıştı bunlara bu yaşta.” diye ekledi.
Minik kızın bedenindeki hareketlenme beni epey rahatlatmıştı ki birkaç saniye geçmeden badem gözlerini açıverdi.
“Kaç yaşında?” diye sordum.
“Beşe yeni girdi.” diye cevap verdi annesi, sonra “Haydi kalk, simit alıp gidelim eve.” dedi minik kıza.
“Bir dakika. Kızınızın dudaklarındaki morarma ve sık bayılmaları önemli bir rahatsızlık belirtisi olabilir. Bu sebeple hiç doktora gittiniz mi, durum araştırıldı mı?”
“Gitmez miyiz? Birkaç kere gittik. ‘Çocuk kalp doktoruna gideceksiniz, sağlık ocağında yapılacaklar sınırlı.’ dediler.”
“Götüremediniz mi?”
“Nasıl götürelim? Daha önce bu şehirde görev yapan tek çocuk kalp doktoru yurt dışına gitmiş dediler. Başka bir şehre götürmeye de ne imkân var ne de isteğim. Salgın almış başını gidiyor, nasıl gidelim başka bir şehre? Başka çocuklarım da var benim. Onlarda böyle bir problem yok. Bu tek kız, şımarık biraz, istediği olmayınca bu şekilde davranıyor, alıştık artık. Zaten birkaç saniye sürüyor baygınlıkları, hemen kendine geliyor. Ciddi bir şey olsa uzun sürerdi. Büyüdükçe geçer Allah izin verirse.”
Anlaşılan aile tarafından da bir teşhis konmuş, bu doğrultuda sadece minik Nazlı’nın büyümesine umutlarını bağlamışlardı.
“Bakın, düşündüğünüzün aksine bu baygınlıklarının ardında önemli bir rahatsızlık yatıyor olabilir. Başta kalp rahatsızlıkları olmak üzere birkaç durumun araştırılması şart. Gelin birlikte hastaneye gidelim, ne gerekiyorsa yapalım. Ben size yardımcı olmaya çalışacağım.” desem de nafile.
“Gerek yok, eve gidelim biz.” diye cevap veren anneye, “Yarın sabah gelin, sıra almadan benim yanıma gelin.” diyerek aklım küçük kızda, gözlerim ardından bakakalmış şekilde eve doğru yürümeye koyuldum. Çalıştığım hastanenin adresini vermiştim ve artık minik kızın gelmesini beklemekten başka çarem kalmamıştı.
Aradan günler geçti, ama ne gelen var ne giden. Çalıştığım poliklinikte yeni hastanın girmesi için kapı her aralandığında başımı uzatıp en az sıradaki iki üç hastayı daha süzüyor, aralarında Nazlı var mı acaba diye bakıyordum. Her zaman çalan polikliniğin telefonu bu sefer biraz farklı gelmişti sanki. Telefonda acil servisten heyecanlı bir ses, “Senkop vakası. Beş yaşında bir kız çocuğu. Son yarım saattir şuuru yerinde değilmiş. Damar yolu açıldı, hasta monitörize edildi, oksijen veriyoruz, hemen gelin.” dedi.
Böyle anlarda sadece poliklinikte iş akışı durmaz, zaman da durur. Alınan nefesler sayılır, kalb çarpıntıları kulaklarda hissedilir, yardıma muhtaç hastanıza gerekeni yapabilmek adına duaya başlarsınız. Koşmuyor, âdeta uçarak gidiyordum koridorda. Adını hatırlayamadığım minik kızın şirin yüzü gelince hayalime bir anda ürperti hissederek nihayet acil servis kapısından giriş yaptım.
“Evet o, kaldırımda morarmış dudakları ve cimcime yapılmış sarı saçları nasıl unutur insan?” diye mırıldanarak yaklaştım. Gözlerim anneyi arasa da nafile. Kızı tek başına gelmiş olamazdı elbette.
“Kimse yok mu yanında?” diye sordum.
“Hayır, sokakta baygın hâlde ve yalnız bulunmuş. Bir yardımsever aracıyla getirmiş.”
“Hemen elektrokardiyografi çekelim, kardiyologlara haber verelim, rutin kan testlerini yapalım bu arada.”
Polis aracılığı ile hastane kayıtlarına ulaşılınca anne soluğu hastanede almış, o soğukkanlı kadın yerini ağzınızdan çıkacak bir güzel söze canını feda etmeye hazır bir anneye bırakmıştı. Gereken testler yapılmış, durum çoktan aydınlatılmıştı, ama bu kadar geç kalınmış olmamalıydı. Büyüme döneminde olan bir çocuğun böylesine ağır, doğuştan gelen bir kalp rahatsızlığına tahammülü ne kadar olabilirdi ki? Sokağın ortasında, şuurunu kaybederek kendini bir yabancının ellerine teslim edeceği ana kadar tahammül edebilmişti!
“Hanımefendi, kızınız şımarık değilmiş. Kalbi kırık da değil, delikmiş!”