Kafası karmaşıktı. Sadece kafası mı? Duyguları da altüst durumdaydı. Önündeki valize boş boş bakıyor, eline geçen eşyaları rastgele yerleştiriyordu. “Ne lazım olur, nereden bileyim ki?” diye düşündü. Acaba aldığı karar sağlıklı mıydı? Aldığı riske değecek miydi? “Gidip de dönmemek var!” sözü vücut mu bulacaktı? Acı acı baktı tavana, odadaki eşyalara… Gözlerini kapattı. Yanaklarından lav sıcaklığında süzülen gözyaşları yanaklarını sanki delip geçiyordu. Valize damlayan yaşlar sağanak bir yağmur tınısındaydı sanki. Yutkundu. Yanıyordu sanki bütün bedeni. Havayı koklama ihtiyacı hissetti. Mis gibi taze tarhana kokuyordu. Daha çok acıdı içi. Ezildi yüreği. Annesi ile birlikte ne hayallerle yapmışlardı bu yıl tarhanayı. “Çok olsun, önümüz belli değil, pişirir pişirir içeriz.” düşüncesi ile de bol bol dökmüşlerdi.
Bir hışımla kalktı yerinden. “Ben şimdi bu tarhanadan içemeyecek miyim? Hayır hayır, buna izin vermem. Bir avuç da olsa alacağım yanıma. Kim bilir kaç gün yiyecek yemek bulamayacağım… Suya salar içerim hiçbir şey olmasa da. Elbet su bulurum.” diye kendi kendine konuşarak mutfağa doğru ilerledi. Yaklaştıkça o muazzam koku burnundan girip her bir zerresine dağılıyordu. Çekebildiği kadar çekti içine.
Annesinin şaşkın bakışlarına aldırmadan, gözyaşlarını saklayarak bir buzdolabı poşeti aldı eline. Annesi gözlerini görmemeliydi. Onun da yüreğinin yangın yeri olduğunu biliyordu. Biliyordu dik durması gerektiğini. İki avuç tarhana koyup büzerek bağladı poşeti.
“Senin nefis tarhananı arkamda bırakıp gidecek değilim herhâlde. Aklımda duracağına yanımda dursun.” deyip gülerek bir öpücük kondurdu annesinin yanağına ve tekrar odasına döndü.
On gün kadar sonraydı…
Hayatının en zor günlerinin üzerinden birkaç gün geçmişti. Tel örgülerinin arkasındaydı, ama kendini kuş kadar özgür hissediyordu.
En fazla 25m² büyüklüğünde bir konteynere yerleştiler. Dokuzu çocuk 17 kişi, balık istifi gibi yerleşmeye çalıştılar. Sadece 10 yatak vardı. Havadaki delici kar soğuğu, konteynerin penceresinden ve duvarlarından giriyordu içeriye. Yanlarında kalan ailenin beş yaşındaki kızları ateşlendi. Zavallı çocuk, verilen yemeklerin hiçbirini yiyemediği için güçsüz düşmüştü. Günlerce yandı ateşler içinde. Buz gibi gecede sıcak olan tek şey minik Zeynep’in bedeniydi. Annesi çaresiz, kucağında henüz birkaç aylık bebeği ile Zeynep’inin arasında sıkışmış kalmıştı. “Ah bir tarhana olaydı! Çok sever kuzum. Belki içer kendine gelirdi.” dedi.
Uzandığı yerden ok gibi fırladı. “Aman yâ Rabbi! Beni şu minik meleğe tarhana ikram etmekle mi şereflendirdin yoksa?” diye düşünerek hemen bir su ısıtıcı buldu, bir tane de plastik kâse. “Hayırdır?” diye sordu biri. “Zeynep’e sürprizim var.” dedi sadece. Suyu kaynattı ve kâseye koydu birazını. Sonra bir kaşık tarhanayı saldı içine, iyice karıştırdı. Biraz daha kaynar su ekledi. Tam yarım saat karıştırarak ve azar azar kaynar su ekleyerek pişirdi tarhanayı.
“Al bakalım prenses! Allah, sen iyileş diye sana çok uzaklardan, bir anneanneden tarhana gönderdi.” Zeynep öyle çok sevindi ki…
Gülerek içti çorbasını, içtikçe yüzünde güller açtı. Kendine geldi. Herkes ağlıyordu, ama Zeynep gülüyordu.