İmarcılar ve tahrip ediciler tarih sahnesinde her zaman yerlerini almışlardır. Aynı zeminde sırası gelen sahneye çıkmış, kendine düşen rolü oynamıştır. Kimi oyuncular oyun sonunda alkışlanırken kimileri ise yuhalanmışlardır. Bir taraf tarihe altın harflerle kazınırken diğer taraf tarihin beyaz sayfalarını kirletmişlerdir.
Bir yandan inşa düşüncesine sahip olanlar canhıraşâne çalışırken diğer yandan onları haset ve kin duygularıyla izleyen yıkıcılar, kendilerine ait zamanın gelmesini kollamışlar ve inşa edilen yapıları yerle bir etmişlerdir. Küçük bir hareketle sebep oldukları yıkım sonucunda muvakkaten de olsa galip görünmüşlerdir, çünkü yıkım kolaydır.[1]
Yakın bir tarihte de inşa erleri, tahribat cephesinin sinsi bir planı olan sözde darbe girişimiyle yürütülen yıkım faaliyetine mârûz kaldılar. Onlar, Cenab-ı Hakk’ın inayetiyle yetiştirdikleri neslin, açtıkları yurtların, okulların ve okuma salonlarının gözleri önünde bir bir kaybolması karşısında mahzun oldular. Buna rağmen yeis bataklığına düşmeyi kendilerine zül sayıp işlerine devam ettiler. Dünyanın dört bir yanına tohum gibi saçıldılar.
Salâhı kendilerine şiar edinen bu ıslah erleri yeryüzündeki her bir bucağa barış ve kardeşlik nağmelerini ulaştırmak için ciddi uğraşlar vermektedirler. Beklentisizlik içinde tohumlarını toprağa saçarken gözleri hep ufukta, rıza-i İlahiyi gözetlemektedirler. Yeis düşüncesinden sıyrılan bu bahçıvanlar, Yunus Emre’nin mısralarında tasvir ettiği yolun uzaklığını hiç kâle almayıp yaptıkları işe odaklanmışlardır.[2]
Buna rağmen ıslah erleri hayatlarının belli dönemlerinde tahrip düşünceli birileri tarafından hep takip edilmişlerdir. Bu iz sürmeler; gözaltılar, tarassutlar, kaçırmalar ve derdest edilmelerle sonuçlanmıştır. Bütün bunlara rağmen onlar yoluna devam etmiş, hadisin müjdelediği kutlu bahçıvanlar olmaya çalışmış ve susuz kalmış fidanlara ab-ı hayat taşımak için ciddi gayret sarf etmişlerdir.[3] Dillerinde şu mısralar ile gittikleri yerleri gülistana çevirmişlerdir.
Yaşlı Gözler
İmarı şiar edinen erler,
Hep bir ağızdan aynı muştuyu söyler.
Zafere değil, sefere aşık bu yürekler,
Kılıca değil, kaleme müştak eller.
Husumete değil, muhabbete ayarlı gönüller,
Nefrete değil, sevgiye yatkın diller.
Ben değil, biz ile gider bu gemiler,
Geceleri aydınlık olan seyirler.
Ufka ümit ile bakan yaşlı gözler,
Tepenin ardını gözetlemekteler.
Hep bir ağızdan aynı şeyi söylerler,
Gel Kutlu Nebi, dayanmaz oldu yürekler.
14 asır önce olduğu gibi yine bekleşmedeler.
Asr-ı Saadet’te de rastladığımız bu takip edilmelere rağmen salâhı şiar edinmiş ıslahçılar, bu takiplerden kurtulmak için çeşitli önlemler almak zorunda kalmışlardır. Bunu, kendilerine değil, uğruna baş koydukları davaya dokunacak zarardan dolayı almışlardır. Bu dava insanları takip edilmemek için birçok yol takip etmişler ve ifritten ruhlara izlerini kaybettirmek için ciddi gayret etmişlerdir, çünkü bu iz sürmelerin hedeflerinden biri de bu insanları ortadan kaldırmak olmuştur.
Tarihin birçok döneminde dine hizmet etmek için evinden ve işinden ayrılan insanlar, karanlık ruhlu SS’leri[4] andıran bedbahtlar tarafından takip edilmiştir. Bu gözetlemelerin arkasını ise kaçırılmalar, derdest edilmeler, işkenceler ve ölümler izlemiştir. Bu mütecavizler, her dönem farklı bir kimliğe bürünmüşlerdir. Bir dönemde beyaz Toros, yakın dönemde ise siyah Transporter ile kirli faaliyetlerini yürütmüşlerdir.
Takipler ve gözetlemeler yoluyla yıldırma, yalnızlaştırma ve korku verme gibi politikalar ile Üstad Bediüzzaman da hayatının uzun bir döneminde daimî tarassut altında tutulmuş, evinin önünde nöbet beklenmiş, kimse ile görüştürülmemiş, cemaatle namazına bile engel olunmuştur. O dönemde devletin elinde sınırlı sayıda bulunan tayyarelerden biri, sırf onu takip etmekte kullanılmış, hasta ve ihtiyar bir zata hayatı zindan etmişlerdir.
12 Eylül Darbesi’nden sonra, muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi için de böyle bir dönem başlamıştır. Altı yıl vaaz kürsülerinden uzak kalan Hocaefendi’nin fotoğrafları o dönemde her bir tarafa dağıtılmış ve birtakım talihsizler, peşine düşmüşlerdir. O bütün bunlara rağmen tedbirlerini aldıktan sonra görüşmelerine ve ziyaretlerine devam etmiştir. Arandığı ilk dönemlerde kalacak yer bulamamış, kimi yerlerde bir saatten uzun süre kalmamıştır. Hocaefendi bu döneminde kendisini Victor Hugo’nun Sefiller romanındaki Jean Valjean’a benzetmiştir. Zira Jean Valjean da yıllarca kötü niyetli polis memuru Javert tarafından takip edilmişti.
Hocaefendi altı yıllık bir kovalamacanın sonunda, dönemin Javertleri tarafından türlü hakaretler altında gözaltına alınacaktı. Bu gözaltı sırasında kendisine hakaretler savuran bir polise karşı, “Siz asayişten ve emniyetten bahsediyorsunuz. Eğer sizin bininiz kadar bu milletin asayişine hizmet etmemişsem kendimi buradan aşağı atarım.” diyecekti.[5]
Tarihin her döneminde hortlayan Javertler günümüzde de ortaya çıktılar ve Hizmet gönüllülerine hayat hakkı tanımadılar. Devletin bütün imkânlarıyla bir takip mekanizmasını işletenler türlü türlü mahrumiyetlere, mahkumiyetlere, işkencelere ve ölümlere sebebiyet verdiler. Zalimin cezasını imhâl eden, fakat ihmal etmeyen El-Halim (celle celâluhu), her zaman fethi ve zaferi “vel-âkibetu lilmuttakîn”[6] fevhasınca muttakilere lütfetmiştir.
Gariplere müjdeler olsun!
[1] Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 90.
[2] hizmetten.com/bu-yol-uzaktir-menzili-coktur-m-fethullah-gulen-hocaefendi/
[3] www.fgulen.com/tr/eserleri/kursu-akademi-yazilari/2003-kursuleri/asrin-garipleri-veya-bozguncular-karsisinda-islahcilar; Müslim, İman, 232.
[4] Schutzstaffel, Nazi Almanyası‘nda NSDAP’ye bağlı paramiliter bir örgüt.
[5] Fikret Kaplan, Hakk’a Adanmış Bir Hayat, New Jersey: Süreyya Yayınları, 2022, s. 154.
[6] Kasas, 28/83. “Hayırlı âkıbet, günahlardan sakınanlarındır.”