Bilmem ki neden bu kaybolmuşluk. Bu arayış, vuslatı arayış belki. Evimizi, ait olduğumuz yeri arayış. Kaybolmuş bir yapboz parçası gibi. Tamamlanmak, resmi oluşturmak… Henüz bulunamamış o yere dönme arzusu ve bu arzunun etrafa yaydığı enerji ile sarıp sarmalanmış her yer.
Sahi, insan bedenine girip de görmezden gelinen ve unutulan bu ruhun ait olduğu yer neresiydi? Her şey bir yere ait iken, ağaç toprağa, balık denize. Ruh nereye aitti? Belki de ait olduğunu sandığımız her şey başka bir yere aitti ve biz bunu unutmuştuk.
Bir yapboz misali… Bin parçadan oluşan bir resimden uzak kalmış tek bir yapboz parçası. Hasretle ait olduğu o yeri bulma arzusunda. İçi bu duygularla dolup taşarken tek suçu insan tarafından önemsenmemek. Önemsenmemenin ve gerekli ilgiye erişememenin sonucunda da kaybolması. Tek bir parçası kaybolmuş bir yapboz gördüğümüzde akla ilk gelen, görüntünün eksik olduğudur.
Peki ya kaybolan parça? Bu eksik parça, belki bir ağacı, belki bir çiçeği, belki de eşref-i mahlûkat olarak yaratılan insanı temsil edecekti. Lakin tek başına oluşu ona ne bir güzellik katar ne de bir anlam verir. Bu yüzden onun ait olduğu yeri bulması, o arayışa girmesi gerekir.
Kaybolmuş bir ruh da ait olduğu yeri arayış içindedir. Gayesi ve idealini unuttuğunda, sadece nefes alıp veren bir canlı gibi kalır. Resmi gerektiği gibi tamamlayamamış olmasının bir eksikliği vardır hep üzerinde. İçinde onu rahatsız eden, ama anlam veremediği bir duygu mevcuttur. Anlamsızlık, içten içe onu kemiren düşünceler…
Kaybolmuşluğun asıl sebebi burada yatıyor işte, insanın unutkanlığında. Hâlbuki, “Kalbler yalnızca Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d 13/28) ve “Biz hepimiz Allah’a âidiz ve mutlaka O’na döneceğiz.” (Bakara 2/156). Bu âyetleri rehber edinirsek ne kaybolmuşluk kalacak geriye ne yalnızlık ne de aidiyet sorunu. Öyleyse bize de bundan sonra, bu şuurla yolculuğa devam etmek düşer.