Yazar: Nurefşan Zeynep Kurt
Yine bir seher vakti idi…
Gün ağarmak üzere, kuşların ötüşü ve ağaçların arkasından güneşin doğuşu gözleri kamaştırmaktaydı. Hava serin, karsız ve ferahtı. Bu beldenin her sene havası böyle olurdu. Kalınacak mekandan içeriye girenler hayretler içinde kalıyordu. Yer seçimi bu sefer herkesi memnun etmişti,. Kamp heyecanı hızlı başlamıştı.
40 kişilik bir tatil evi, içi kahverengi tonlardan oluşan mobilyalar ile huzur veriyordu. Salon koltuklarının arkasında bulunan salon camı, bütün duvarı kaplıyor, manzaraya nazarları çeviriyordu. Evin önünde bir gölet ve etrafında ‘müdhammetan’ (Baştanbaşa yemyeşil iki cennet, 55/64) ayetine kapı aralayan yemyeşil çimenler bizleri zikirlerine davet ediyorlardı. Gölde bulunan kazlar ise, bu ruhbanlığa açık bir eda ile gölette süzülmeye devam ediyor ve sanki bize dahil oluyorlardı.
İlk kez onsuz bir kamp geçiriyorduk, yoksa yine onunla dopdolu bir kamp mıydı? 7 gün içinde bitirilmesi hedeflenen iki kitabın afişi salondaki yerlerine asılmıştı. Biri Kırık Testi’nin Fütüvvetin Nurlu Yolu kitabı, diğeri ise Çağlayan’ın Hocaefendi’ye atfedilen özel sayısıydı. Bir yandan hocamızın özel sayının kapağındaki bize veda tadında olan gülümsemesi, diğer bir yandansa yeni kitabın kapak resmi bizi bir hayli duygulandırıyordu. Özenle paketlenen ve üstlerinde Hocaefendi’nin ‘Ummanlar gibi olsun’ şiirinden bir parça barındıran kamp sonu hediyeleri, tam da bu iki fotoğrafın altında yer alan masanın üstüne konulmuştu.
Kampta Bir Gün
Her kamp günü, yeni ümitler ve heyecanlarla başlardı. Yeter miktar bir gece dinlenmesi sonrası; teheccüd, evradü ezkâr ve sabah namazının edasının ardından dileyenler yine istirahate çekilir, bir kaç saat sonrasındaysa kültür festivali müzikleri ile ev ahalisi uyandırılırdı. Fedakârlık yapıp erken kalkan nöbetçilerin hazırladığı leziz kahvaltılıklar ile uyananlar aşka şevke gelir ve hemen sofrada yerlerini alırdı.
Birbirini yeni tanıyan insanların muhabbetleri kahvaltı için demlenen çayın eşliğinde daha da bir pekişirdi. Gün içinde sessizlik olur ve herkes kitapların içine dalardı. Yeni dünyalara açılır, ve fark etmeksizin zaman bitevî akıp geçerdi. Yeni düşünce dünyalarıyla bir başkalaşırdı hizmet erleri. Kahve ve çay molalarında önceki sessizlikten sanki eser kalmaz, hasbihale kahvaltıda kalınan yerden devam edilirdi.
Ezanın çağrısı ile davete icabet ettikten sonraki tesbihatlar bıktırmaz, usandırmaz, her okunuşunda farklı bir ufka götürürdü. Bazen o zikirlere çevrede yaşayan nebatat ve hayvanatın katıldığına da şahit olunur, tesbihatlar farklı bir değer kazanırdı. Zira müşahede edilen her şey, Allah’tan bize gelen ve açılmayı bekleyen mektuplar değil miydi? (Beddiüzzaman Said Nursi, Sözler, 18. Mektup)
Farklı şehirlerden kıymetli konuşmacılar gelirdi. Sırf o kutlu mekandaki arkadaşlar için gelecek kişi günün heyecanına heyecan katar, konuşmacı geldiğinde herkes pür dikkat dinlerdi. Onlar ki, Hocaefendi’nin talebeleri, onun varisleri ve vâkar sahabi büyüklerdi. Hocaefendi’nin her daim bahsettiği örnekleri kendinden bir hareket tâbirine sanki Allah-ü Teâlâ hepsini şahid etmişti. Yöneltilen sorularla konuşmaların içeriği koyulaşır, ve derinleşirdi. ‘Yarın buralarda sizler olacaksınız, hazır olun’ sözleri, yarınlara ümitle baktırırdı.
Akşam yemekleri ile günün bol okuma iklimli havasına ara verilir ve her sofradan ayrı bir neşeli muhabbet sesi gelirdi. Onların sesleri sanki ahenkli bir melodi havasını andırırdı. Yatsının edasının ardından edilen toplu dualarla, tek tek herkesin dualarına amin demek ne büyük nimetmiş. Ne büyük nimet beraber göz yaşı dökmek, hissedilen ızdırapları beraber yaşamak, ateşin sadece düştüğü yeri değil, bizi de yaktığını hissetmek (Bamteli, Hizmet’in 6 Esası, M. Fethullah Gülen). Bu dualarla hislere ortak olmak ve Arş-ı Âzâm’a yakarışların melekler tarafından arz edildiğini bilmek…
En derin muhabbetler de akşam programı sona erdikten sonra başlardı. Günlük hayatta çok görüşemeyinler burada birbirini buluyordu. Konuşmayı hitama erdiremeyen ve gece uyumayı erteleyenlerin sayısı da bir hayli fazla olurdu. Dertleşip beraber ağlar, bazen de beraber gülerdi onlar. Ancak en çok da kardeşlik ruhlarını bariz bir şekilde ortaya koyar ve muhabbetlerine muhabbet katarlardı.
Kamp Serası
Bu yolun tatlı ve derin yoldaşları birbirleriyle hemhâl olurdu bu sera misal yerlerde. Hemhâl olurdu ki, daha ümitvar yarınlar için kenetlenirlerdi. Tefrikanın kol gezdiği bu kasvetli havada, sanki kamplar korunaklı bir yuvaya dönüşür, âhir zamanın zor ikliminde, asr-ı saadetten yardım dilenmek için uzanan bir el olurdu.
Ve veda vakti gelmişti. ayrılık en zoruydu. Veda konuşmaları boşalmakta olan yağmur bulutu gibi gözleri doldururdu. Lakin yüzlerde müşahede edilebilen de bir huzur vardı. Ortamın kazandırdığı o derin manevi ruhu herkes hissederdi.
Hocamızın dediği gibi, kamplarda yeşerirdi tohumlar. Ama elbet çok sabır ve emek isterdi. Yeşerse de Allah’ın inayeti ile olurdu bu, bunu derinden hisseder ve müşahede ederlerdi… (Fütüvvetin Nurlu Yolu, Diriliş Mimarlarının Vazifesi, sy. 106, M. Fethullah Gülen). Çünkü onlar her şeyi Allah’tan bilip, hiç durmadan yürüyerek gösterilen bu ufukta beraber adım atmaya devam ederlerdi.
Âh o ilk kamplar.. Çileli, meşakkatli, ancak her daim dipdiri ve aylar süren uzun beraberlikler. Hocamızın her vazifeyi üstlendiği, ‘yeter ki onlar gelsinler, okusunlar’ diyerek her işe koşturduğu anlar (Allah Yolunda bir Ömür, 1968: Tabiatın Ortasında Öğrenci Kampları, sy 77, Faruk Mercan).
Eskilerin hatıraları ile bezenmiş geçmiş, lakin tükenip gitmemiş. Yenilerine ise gün be gün perde aralamakta. Eski kampların hatıralarını kitaplardan okur, büyüklerden dinlerdi gençlik. Şimdilerde ise gençler de kamp hatıralarını biriktirmeye başladı.
Onlar da kendi çaplarında, asrın getirdiği imkan ve konumlarda dünyanın dört bir yanında bu birliktelikleri sürdürüyor. Bazen Işık Evlerde, bazen müesseselerde… Herhangi bir yer elbet kamp mekanı olabilir, önemli olan muhabbet fedaileri değil miydi?
Huzur neredeydi! Kampta mı, kitapların içindeki bilgilerde mi yoksa aynı mekanı paylaşıp rıza-ı İlahi uğrunda kurulan arkadaşlıklarda mı?
Kamplar nasip meselesi miydi? Yoksa o havayı solumak için kişi ‘evet, ben de geleceğim’ mi derdi; yoksa Allah, bazı kullarını o kutlu mekanlar ile nasiplendirmek mi isterdi?
“Kamplarda geçen ayları, haftaları, günleri değil, bir tek günü, bir tek saati dahi anlatmaya kalkışsak anlatamayız. Nasıl anlatabiliriz ki o, bütün benliğimize sinen, derinlemesine ruhlarımızda yaşanan ve uhrevi hazlarıyla tasavvurlarımızı aşan hayatın tam cennetçisiydi…” (Zamanın Altın Dilimi, Kamplarda Zaman, sy. 24, M. Fethullah Gülen)