Yazar: Esma Pak
“Mutluluk nedir?”
Bu soru, insanlık kadar kadim, insan kadar müşkül bir muammadır. Tarih boyunca her devir, her medeniyet ve her kalp, bu soruya ayrı bir nağmeyle cevap aradı. Kimi dışarıda aradı; servetle, şöhretle, hazla… Kimi içeride buldu; ruhun derinliklerinde, sessizliğin aynasında, yaratana yönelişte…
Epiküros, mutluluğu hazda aradı. Ama onun kastettiği haz, sanıldığı gibi sadece duyuların doyumu değil; aksine ağrısızlık (aponia) ve ruhun sükûneti (ataraxia) idi. Ne var ki bu yaklaşım, sonraları yanlış anlaşılarak, bugünkü hazcılığın felsefî zeminlerinden biri hâline geldi.
Aristoteles, ‘eudaimonia’ kavramını ortaya attı. Bu, sadece hoşnutluk değil, insanın potansiyelini erdemli yaşayarak gerçekleştirmesiydi. Yani hakiki saadet, insanın kendisini ahlâkî mükemmelliğe eriştirmesiydi.
Stoacılar ise başka bir pencere açtılar: Mutluluk, dış dünyaya hâkim olmakta değil; onun karşısında sarsılmamakta gizliydi. İnsan kendi iradesinde ve zihinsel tavrında ne kadar erirse, o kadar huzura yaklaşırdı.
Ama şimdi çağdaş insan, her şeyin kolayca erişilebilir olduğu bir dünyada, mutluluğun neden kendisine bu kadar uzak olduğunu anlamakta zorlanıyor. Çünkü bugünün tüketim toplumu, mutluluğu reklâm aralarında, alışveriş sepetlerinde, dijital beğenilerde pazarlıyor. İnsan, mutluluğu yaşamak yerine, onu satın almaya çalışıyor. Ve ne yazık ki, “sahip olmak” ile “olmak” arasındaki uçurumu fark edemeden, kalabalıklar içinde yalnızlaşıyor.
Oysa Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, mutluluğu çok daha özlü ve hakikî biçimde tanımlar:
“İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir.”
Demek ki mutluluk, sadece bir duygu hâli değil; bir iman hâlidir. Kalbin Allah’a yönelmesiyle gelen bir iç aydınlanma, bir varoluş selâmeti…
Fethullah Gülen Hocaefendi, “Kalbin Zümrüt Tepeleri” adlı eserinde sekîne, itminan ve rıza gibi hallerin, mutluluğun ötesinde birer “kalbî makam” olduğunu ifade eder. Ona göre saadet, rızaya ermekle başlar. Kul, Rabb’ine tam bir teslimiyet içinde yöneldiğinde; dünyevî acı ve hazlar onu sarsamaz olur. Şöyle der:
“Kalb, Allah’la irtibatı ölçüsünde sekîneye erer. Gerçek huzur, O’na güvenip dayanmaktadır.”
Bu satırlar bize şunu gösterir: Modern insan, Stoacıların sabrını, Aristoteles’in erdemini, ama en çok da Kur’ân’ın “mutmainne” kalbini yitirmiştir. Kur’ân-ı Kerim’in hitabı ne kadar çarpıcıdır:
“Ey huzura ermiş nefis! Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabb’ine dön.” (Fecr Sûresi, 27–28)
Modern çağın sunduğu tüm konforlar, rızasız bir gönle sekîne vermiyor. Gönlün anahtarı, dışarıdan değil, içeriden açılıyor. Tıpkı Mevlânâ Hazretleri’nin dediği gibi:
“Sen kendini küçük bir cisim sanırsın, ama içinde koca bir âlem gizlidir.”
Asıl saadet, bu iç âlemin farkına varmakta, orada sahibini tanımakta ve O’na yönelmektedir.
Bugün bizler, mutluluğu ulaşılması gereken uzak bir zirve olarak değil, üzeri nefsin tozlarıyla örtülmüş bir kalp cevheri olarak anlamalıyız. Yani mesele ulaşmak değil, hatırlamak… Zira insan, Rabb’ini hatırladığı an, kendini de hatırlar.
Ve o hatırlayışta, saadet yeniden doğar.
Dipnotlar
- Bediüzzaman Said Nursi, Sözler.
- Gülen, M.F., Kalbin Zümrüt Tepeleri, İstanbul: Nil Yayınları, 2011.
- Prof. Dr. Suat Yıldırım, Kur’ân-ı Hakîm’in Açıklamalı Meali, İstanbul: Define Yayınları, 2007.