Yazar: Hakan Safyurek
2017’nin ortalarıydı. Okullar tatile girmiş ve güneş tam tepede yerini almıştı. Öğle vakti gibi kaldığı kiralık evinin ahşaptan penceresine doğru yürüdü Eren. Cama doğru dayanarak derinden bir iç geçirdi. Bir teselli arar gibi, baharat kokan sokağını süzmeye başladı. Zanzibar’ın halkı çok şirin, çok misafirperverdi. Kadınlar, erkeklerin giydikleri sade renk uzun entarilere inat alabildiğince renkli giyinmeyi tercih ederdi. Sokakta bu renklerle sanki birebir uyum sağlayan meyvelerin satıldığı tablanın etrafında öbeklenmiş kadınları ve çocukları gördü. Dar sokakların arasında karşı karşıya konuşlanmış evlerin taş bloklardan oluşmuş giriş merdivenlerinde oturan insanlar, etraflarına tebessümler saçıyordu. Tenleri bir ton daha koyu olsa da yoktu birbirlerinden pek de farkları.
Bu kaçıncı menzilleriydi, Eren bir anlık sayısal olarak düşünemedi. Türkiye’den çıkalı yıllar olmuş; Orta Asya, Afrika’nın kuzeyi derken şimdi de sanki kurak bir gezegenin etrafı okyanuslarla örülü bir uydusu gibi görünen Zanzibar’da ârâm eylemişlerdi. Uzun yıllardır burada değillerdi ama entegre olmuşlardı işte. Okulda öğretmen ve idareci olmak değildi bunu sağlayan, yüce idealleri uğrunda bir sineye daha dokunabilir miyimin formal ismi ‘Rehberlik’te fani olmaları onları her yıl gelen ve sadece tüketim tatminini etrafa imrendirerek gösteren 1.5 milyon turistten farklı kılıyordu.
Minik iç geçirme sesi de hemen arkasında kanepede yatan oğlundan gelmişti. Arkasını dönüp baktığında Zülkif’in soluk teni bir kez daha batma hissi verdi göğsünde. Nasıl bir hastalıksa bu Malarya; bırakın teni, mecali, Zülkif’in bal rengi gözünün irisini dahi soldurmuştu. Aşılar vardı evet ama birçoğu sahteydi. Kullansalar ve risk alsalar mıydı?
Telefonunu eline aldı. Son bilmem kaç aydır Türkiye’den gelen haberler kapkaraydı. Tiyatro sahnesinde oynanacak oyunun bilet giderleri için bu sefer tüm halkın huzuru karşılık olarak alınmıştı. Ne olur bilinmezdi evet ama ikinci bir bahara kadar Türkiye sınırlarından girmek Eren’e ve dahi ailesine hayaldi. Ülkeler de bu tiyatroya ikna edilmeye çalışılmış, ak yüzlere zift atılması isteniyordu. Elçilikler insanlık tarihinde görülmemiş bir zulme imza atıyor; ‘pardon işleminizi yapamayız’ diyor, kendi vatandaşını ülkesinden binlerce kilometre uzaklarda ademe ve bilinmezliğe mahkûm ediyordu.
Eşi, Eren’in kolundan sıkıca tutuverdi. İyi ki vardı Zehra. O da olmasa, tek başına imtihana tahammül pek zor olurdu. Deyim yerindeyse bu kadar yaşanan şeye rağmen, bir kere yüz ekşitmişliği, usanç sözü olmamıştı. Bir hayli sıkıcı senaryo aklına hücum etti Eren’in. Şimdiye kadar git denilen yere gitmiş, dur denilen yerde durmuştu. Elbet, itaat ve minneti söyleyenden çok söyleten yüce kudreteydi, O’na itimadı tastamamdı.
Fakir sokağın, sanki zenginmiş gibi huzur veren ortak sesine kendini kaptırmış bir vaziyette elinde telefonun titreşimli uyarısını aldı. Ekrana baktığında +1’le başlayan bir telefon numarasını gördü. Kimdi ki bu şimdi. Bismillah, diyerek telefonu kulağına götürdü.
- Efendim!
- Abi!
- Efendim?
- Eren Abi, ben Daron.
Uzun uzadıya düşünmeye ne hacet, bu bizim Daron’du. Işık hızında bir yolculuk başladı kafasında. Daron’a cevap vermeden geçmişin Nur’dan koridorlarında buldu kendini ansızın. Takvim yaprakları Eylül 1999 yılını gösteriyordu. Tayini, 5 yıldır öğretmenlik yaptığı tarafsız Orta Asya ülkesinin en kuzey şehrinden 750 km mesafedeki en güney şehrine çıkmıştı.
Kendisine de bir sınıf takdir edilmişti hem ders hem rehberliklerini deruhte etmesi için. Müthiş bir uyum sağlamışlardı sınıfla. Adeta aşurenin tadını anımsatan, pek çok millet ve ırklara ait kimliklerden oluşan bu sınıfta ne hatıralar ne güzellikler biriktirmişti. Sınıfın önceki öğretmeni Şaban Bey; çocuklarda akıcı bir Türkçe, tam bir edep ve sonrasında taklidi zor bir rehberlik miras bırakmıştı. Bir an aklına geldi Eren’in; neydi o iki senenin sonunda bu sınıfla yaşadığı tuhaf hadise.
Çocuklar sanki ağızbirliği etmişçesine kulaklıklarını takmış bir şeyler dinliyor, çantalarından kasetler çıkıyordu. Şaban bey; bu sınıfa kaset dağıtmıştı. Ve hepsini sıkı sıkıya tembih etmişti: ‘2 yıl dolmadan dinlemeyeceksiniz bu kasetleri.’ Öğrenciler tam 2 yıl beklemişlerdi soru-cevap kasetlerini dinleyebilmek için. Şaban beydeki bu feraset nasıl bir feraset ve çocuklardaki bu vefa ve ahde sadakat ne imrenilesi bir haldi. Kim Şaban beyin edep ve imân rahlesinde oturmak istemezdi ki.
İşte Daron, bu sınıftaydı. Eren; gelen sese tekrar dikkatini vermeye çalıştı. Daron, Amerika’da yaşamaya başlamıştı. Hasret giderdiler. Konu arama sebebine gelmişti, şaşkınlıkla dinledi Eren:
- Abi ben evleniyorum. Nikah töreni için tarih belirlememiz lazım.
- Allah’ım hayırlı etsin Daron kardeşim.
- Abi, ne zaman gelebilirsiniz? Nikâh şahidim olacaksınız. Ona göre yer ve tarih organizesi yapacağız.
- Kardeşim nasıl geleyim hemen? Hem Amerika nere, Zanzibar nere!
- Olsun Eren abi, siz sadece müsait zamanınızı benimle paylaşın. İstirham ediyorum.
Uzun uzadıya konuştular. Yok yok, Daron ciddiydi:
- Tamam abi, haberinizi bekliyorum, diyerek telefonu kapadılar karşılıklı.
Eşi Zehra’yla istişare etti. Zehra hanım gitmesinin hem kendisine hem Daron’a iyi geleceğinden bahsetti. Daron babasız yetişmişti. Eren’in gitmesi, birkaç makamı aynı anda temsil etmesi kesinlikle herkese iyi gelecekti. Kararını ve gelebileceği tarihi birkaç gün içinde paylaşmıştı. Paylaşmıştı ama o mesafe bir yolculuk için maalesef parası yoktu. Şaşkınlığı daha bir gün geçmeden uçağın en güzel yerinden alınan bilet rezervasyon e-postasının gelmesiyle iyice artmıştı.
Birkaç ay göz açıp kapayıncaya kadar geçmişti. Okulların açılmasına çok az kalmıştı. Zülkif desen; hâlâ tam olarak iyileşememişti. En güvenilir aşıyı bulmuşlardı ama nedendir bilinmez aşı etkisini hemen göstermiyordu. Evini ve içindekileri Allah’a ve eşi Zehra’ya emanet ederek yola çıktı.
Daron havalimanında adeta karşılama töreni hazırlamış gibiydi. Kalınacak ve yemek yenilecek yerler, tanıştırılacak kişiler ve hatta ziyaret edilecek kurumlar. Daron kısa zamanda prestijli bir işe sahip olmuş bulunduğu yerdeki devlet yetkilileriyle dahi çok samimi bir ilişki tesis etmişti. Her günü birkaç saniye süren rüyanın uzun metrajlı görüntüleri gibi zaman hızlıca akmış, düğün günü gelip çatmıştı. Daron’un eş adayı hanımefendi, İngiltere merkezli dünyaca ünlü bir İslâmî grubun önde gelenlerinden birinin kızıydı. Bir hayli çevrelerinin olması da tesadüf değildi.
Görkemli bir tören hazırlıkları için son aşamaya gelinmişti. Düğünün olacağı mekân iğne atsan düşmeyecek bir kalabalığa şahitlik ediyordu, herhalde binden fazla kişi vardı. Gelin ve damadın görkemli gelişleriyle içeride bir tatlı gürültü yaşandı. Bir kısım klasik düğün adetlerinin ardından, davetliler arasında bulunan seçkin misafirler söz aldı. Kimler yoktu mikrofonda çiftlere övgüler düzen; belediye başkanı, milletvekilleri, iş adamları, bürokratlar ve dostlar. Vakit ilerlemişti bir hayli. Yorgunluk çöker gibi oldu Eren’in üzerine. Henüz nikâh töreni de olmamıştı. Uzaktan Daron’u süzdü. Yakasında papyonu dahi yoktu, sade ama çok imrenilesi delikanlı olmuştu. Onun ısrarıyla bu kadar yolu gelmişti.
Daron’un ne kadar kararlı ve ısrarlı olduğunu öğrencilik yıllarından çok iyi hatırlıyordu. Zihnen düğün ortamından çıkıp 2002 Ramazan’ında buldu kendini. Bir Ramazan vakti; sahur sofralarında, neşe ve sohbetler vardı. Rehberliğini aldığı sınıfın talebeleri de heyecanla o geceyi idrak ediyorlardı. Bir aralık kısa küt saçlı öğrenciyi gördü hayal meyal kalabalığın arasında. Evet evet Daron’du… Oruç tutmasa da sahurda arkadaşlarının neşesine eşlik ediyordu.
Sahurun gündüzünde, çocuklar Eren öğretmene gelip Daron’un oruç tuttuğunu söylemişti. Neydi ki şimdi bu? Birisi mi ona dikte etmişti? Yoksa kendini artık mecbur mu hissetmişti? Araştırmıştı hiçbiri değildi. Olayın aslını araştırmaya koyuldu. Daron; bir kasette Davûdî sesin sahibinden, her hazırlanan sofraya bir fazla kaşık, çatal ve tabak daha konulmasını, Peygamber Efendimizin (aleyhissalatuvesselam) ola ki o sofraya iştirak edebileceğini duymuştu. Daron henüz Müslüman bile değildi. Eren’in içine bir ürperti yayılmıştı, Ermeni bir aileye mensuptu Daron. Babasız büyümüş, annesinin biriciği olarak okula emanet edilmişti. Ya yanlış anlaşılırsaydı bu durum. Eren de Alevi’ydi. İtilen kakılan, zor bir coğrafyadan gelmişti, Allah’tan bu durum buralarda yoktu.
Akşam’a doğru Daron’u iftar sofrasında görmeyince, içine yalancı bir rahatlama yayılmıştı Eren’in. Vaz mı geçti ne? Derken bir başka öğrenci nefes nefese koşup öğretmenine durumu rapor etti.
- Hocam. Daron odasında. Peygamberimiz gelmeden ben orucumu açmayacağım, dedi.
Eren, olay karşısında küçücük kaldığını hissetmişti. Ne olacaktı şimdi? İkna turları da boşa çıkmıştı. Beklense en iyisiydi. Herkes gece gibi uyuya kalmıştı.
Gecenin en karanlık anında Daron arkadaşlarını sahura kaldırıyor ve kendisi de bir şeyler yiyordu. Kimse ona bir şey sormaya cesaret edememişti. Eren bey yaklaştı usulca, omuzuna dokundu, göz göze geldiler. Demek açlık galip geldi diye düşündü. Arkasını döndü. Tam kapıdan çıkacakken, masumluğun ne kadar da geçer bir akçe olduğunu o coğrafyanın her bir çöl kum tanesine haykırırcasına, Daron’un sesi yankılandı mutfakta:
- Hocam! Gece olmadan uyuya kalmışım. Peygamber Efendimiz geldi alnımdan öptü ve kalk iftarını yap dedi.
İşte şimdi üzerinde damatlığıyla sahnede elinde mikrofon, herkes pür dikkat son sözü söyleyecek olan bu hatıranın sahibi Daron’a bakıyordu. Davetlilere teşekkür etti. Sonra sadece öğretmenlerinden ve kendi hayatına olan katkılarından bahsetti. Allah Allah! Böylesi önemli birisinin hayatında tek önemli şey bu olabilir miydi, der gibi bakıyordu davetliler. Eren bir köşeye kıvrılmış, konuşulan konuyu üzerine alınmadan dinliyordu. Şabanlar, Mesutlar, Ahmetler gelmiş geçmişti. Hey gidi günlerdi. Bir anda Daron duraksadı. Ve eliyle hiçlik makamında oturan Eren’i işaret ederek:
- İşte size bahsettiğim Eren Hocam. Buraya Zanzibar’dan benim babam olarak geldi. Ben ona bir hayat borçluyum. Onu, konuşmalarını yapmak üzere sahneye davet ediyorum. Eren Hocam lütfen buyurun!
Mikrofonu almış mıydı? Konuşmuş muydu? O gün n’olmuştu? Bunu tam olarak Eren de hatırlayamayacaktı…