Anbean düşünür dururum; nedir bu “vakit”? Gün gelir koluma takarım onu, gün gelir duvarıma asarım… Ninem “vakit”, babam “an”, öğretmenim “saat”, kardeşim ise “zaman” der. Velhasıl dileyen dilediğini der. Belli ki her gönülde yankısı başkadır. Nineme olan hasretimden midir bilmem, ben de “vakit” diyeceğim, hiç kusura bakmasın babam.
“Vakit” ile esaslı ilk tanışmam çok sonraları olmuştu. Kendini sonlara saklamıştı bu değerli ve nazlı misafir. Günlerden bir gün; ben, duvarlar, aynam ve demir yatağım kala kalmıştık bir başımıza. Nasıl unuturum vefalı dostumu! O da benimleydi elbette.
O derin sessizlikte anladım ki vakit de yalnızlığı severmiş benim gibi. Kardeşimin deyimiyle, zaman yalnızlıktan ve benden ayrılmamak için yavaş yavaş akıyordu ömrümden âdeta. Bense, bana her yerde eşlik edebilen bir dostu geç de olsa fark etmiş olmanın verdiği sevinci taç yapmıştım yalnızlığıma.
Demiştim ya size! Vakitle tanışıklığımız çok sonraları olmuştu ve köklü bir mazisi yoktu dostluğumuzun. 25 yılı geride bırakmıştım; öyle diyordu ilerleyen akrep ve yelkovanın parçası olan takvimler. Beni karşılayan 26. yılım koşarak gelmişti âdeta, olacaklardan habersizcesine.
Evet, olanlar olmuş, vaktiyle hâdiseler bir hayli yaramazlık etmişti, Üstad’ın deyişi ile. Gelen vakte mi heyecan duyayım, giden vakte mi vâh edeyim derken geçiverdim aynamın karşısına. Ninemin beyaz saçlarını ilk gördüğümdeki hayret, kalbimi sızlatarak geçti sâhife-i zihnimden.
“Saçlarıma düşen beyazlar yaştan değil, tozdan. Sinnen ihtiyar değilim, durmayasın benden öte. Yaramaz hâdiseler tepinirken bir hayli toz etti, ondandır bu rengârenk manzara. Yarısını ise tozdan kurtardım ondandır bu siyahlık” derdi, sayardı kalan son üç beş siyah telini bir nefeste ninem.
Burnumun direğindeki sızıyla baka kaldım bu yaşımda gelen ilk beyaza. Ne vakit Bediüzzaman’ın hatıralarını okusam “Ah ninem!” derim. Elimde Üstadın hatıraları, kulağımda ninemin masalları, karşımda ilk beyazım, yanımda kadim dostum, vaktim!