İç sıkıntısıyla uyandı o sabah. Güneş çoktan doğmuş olmalıydı, ama hava kapalıydı. Kötü bir rüya mı görmüştü? Aslında mutlu olduğu bir şeyler görmüştü, ama ne gördüğünü hatırlamıyordu. Tersinden kalkmıştı bu sabah işte. Annesi olsa böyle derdi, ama o hiç anlamazdı bu deyimi. Tersten kasıt yatağın tersi ise, çocukluğundan beri bir tarafı duvara dayalı yataklarda uyuduğundan başka türlü kalkmak mümkün değildi zaten. Yok kendi tersiyse sağı mıydı, solu muydu? Herhalde soluydu.
Mutfağa yöneldi. Dolabı açtı. Dolabın kapağında, dün aldığı dut reçeli duruyordu. Mahalledeki aktarın yanından geçerken görmüştü bu minik kavanozu. Üstünde kırmızı keçeli kalemle “Şok Fiyat” yazılıydı. Fiyata pek şok olmamıştı, ama şişelerin üst üste dizilişleri ile oluşan muntazam şekil, göze pek güzel görünüyordu doğrusu.
Kısa bir pazarlıktan sonra elinde poşetle çıkmıştı aktardan. Şimdi dut reçelinin sırası mıydı bu darlıkta? Sırasıydı. Zira bu küçücük kavanoz onu sokağın alacakaranlığından sıyırıp çocukluğunun aydınlık sabahlarına götürmeye yetmişti. Harika bahçelerine… Uyanır uyanmaz yataktan fırlardı. Bahçenin iki köşesinde iki dut ağacı vardı. Sağdaki onun, soldaki kardeşinindi. Kendi ağacına tüner, yokluğu fark edilene kadar karnını tıka basa doldururdu. Annesi uyandırmak için odaya girip onu göremeyince pencereyi açıp başlardı bağırmaya: “Bak yine! Gel çabuk kahvaltı hazır! Ne zaman arasak ağaç tepesinde bu çocuk ya Rabbim! Aç karnına bu kadar meyve yenir mi? Hiç söz dinlemez hiç! Biz böyle miydik?” Bu paylamalar eşliğinde eve dönerdi. Yapış yapış olmuş ellerini yıkayıp sofraya gelir, yüzünü yıkamadığı için tekrar banyoya gönderilir, gelince kardeşi iştahla kahvaltısını ederken o da zorla birkaç lokma atardı ağzına.
Bazen dut silkelemeye çıkarlardı. Kardeşi ve o, bu işe hasredilmiş eski bir çarşafı iki ucundan gergince tutar, babaları de uzunca bir değnekle ağacın dallarını döverdi. Her darbede dutlar dolu gibi hızlıca örtüye düşerdi. İkinci darbeye kadar bir sessizlik, sonra yine “Tak!” “Pıt, pıt, pıt!” Çırpma işlemi bitince örtünün uçları birleştirilir, ortada biriken dutlar, reçel için alınırdı. Yere düşen dutlar da tek tek toplanıp temizlenir ve yenmek üzere kardeşlere kalırdı.
Bir anda bütün bu hatıralar, dolaptaki bu kavanozda yansımıştı âdeta. Bu ıssız eve, bir tanıdık gelmiş gibiydi şimdi. Saklanarak yaşamak zorunda bırakıldığı bu günlerde, geçmişten bir yoldaş misafir olmuştu. Masaya oturdu, ekmeğe güzelce sürdü reçeli. Tam bir ısırık alacaktı ki gözleri doldu. Yüzünü yıkamamıştı. Banyoya giderken iki damla yaş süzüldü gözlerinden. Elini yüzünü yıkayıp masaya döndü. Annesine bir Fatiha-ı Şerif gönderdi. Bir ısırık aldı ekmekten. Rüyasını hatırladı. Annesiyle reçel yapıyorlardı. Dut reçeli…