Edebiyat Mayıs 2023 Züleyha Koç

Kapıların Arkası, Köşklerin İçi

“Hazırım.” dedi, kapının koluna uzandı.

“Unutma!” diye seslendi arkadaşı son anda, “İşimiz başkalarını yargılamak değil. Kendine ders çıkarmaya bak sen.”

Kapıyı açtığında gördüğü dünya başını ağrıtacak derecede karmaşıktı.

Renkler, ışıklar, sesler; her şey karmakarışık bir şekilde hareket ediyor, hızla dönüyordu. Gözlerini kapattı. Nefesini tuttu. Sırayla dikkatini vermesi gerekiyordu etrafındakilere, yoksa algılayamayacaktı sınırlı duyuları bu sırlı dünyayı.

Vücudunu rahat bıraktı, bir renk tutup zihnini ona boyadı. Odaklandığına emin olunca nefesini verdi yavaşça ve gözlerini açtı.

Bir sokaktaydı şimdi. Üzerinde durduğu yol, yer yer çimenle kaplı yer yer çatlamıştı. Çatlakların içinde altın renkli, parlak taşlar ışıldıyordu. Başını kaldırınca hemen önünde duran evi gördü. Beş katlı, alacalı mermerden bir malikâneydi. Etrafında çit ya da bahçe kapısı yoktu, o da bahçeye adımını attı.

Evin önünde, görkemli elbiselerinden evin sahibi olduğu anlaşılan bir adam vardı. Kocaman bir köpekle bahçede koşuyor, gülüyor, köpek üstüne atlayınca çimenlerde yuvarlanıyorlardı. Bir grup yetişkin bahçenin diğer köşesinde çocuklarla oyun oynuyor, top atıp tutuyorlardı.

Bekçi elbiseleri giyen bir adam başlarında, hem evin efendisine hem de diğerlerine ne yapacaklarını söylüyordu.

Evin etrafı yanıp sönen rengarenk ışıklarla çevrili, bahçesi çiçeklerle kaplıydı. Eve yaklaştı, zaten bu âlemde kimse onu görmüyordu. Ön kapı aralıktı. Baktı, evin içi loştu. Kapıyı tamamen açtı. İçerisi bomboştu, dışarıdaki o hareket ve eğlencenin izi yoktu. Ne bir ses ne bir eşya vardı. İnsanın içini daraltan bir boşluktu. Uzaklaştı o kapıdan ve ardından da o şatafatlı bahçeden.

Dışı o kadar hoş ve çekici bir evdi, ama içi ne kadar da eksik, yaşanamayacak hâldeydi. Düzeni bozulmuş, her şey mânâsız olmuştu. “Ne yazık!” diye düşündü ve etrafına bakındı.

Yolun hemen karşısında bir ev daha vardı. Hatta şimdi fark ediyordu ki yolun her iki tarafında farklı görünümlerde, sıra sıra evler diziliydi. Karşısında gördüğü eve yaklaştı.

Bu evin etrafı duvarla çevriliydi, siyah demirden dış kapısı vardı. Kapıyı açtığında yine bir bahçeye gelmişti. Bahçede bir bekçi kulübesi vardı. Sessiz ve ciddi görünümlü bir bekçi, yanında da güçlü ve itaatkâr bir köpek nöbet tutuyorlardı. Bahçede bir çardakta oturmuş konuşan insanlar gördü. Onları geçip eve doğru ilerledi.

Ahşap desenli kapıyı açtı, içeri girdi; evin içi hayat doluydu. Giriş katında evin çalışanları düzen içerisinde işlerini yapıyorlardı, o da bir tanesini takip edip üst kata çıktı.

Bu kat da pırıl pırıldı. Birkaç yetişkin, çocuklara ders veriyordu, o izlerken ara verip dinlenme ve aktivitelere başladılar. Hepsi neşe içinde birbiriyle konuşuyor, gülümsüyorlardı.

Bir üst kata çıktı. Bu katta da yine yetişkinler vardı; güzel sanatlarla zaman geçiren, yetenekli ve meraklı kimselerdi. Onları rahatsız etmeden son katın merdivenlerine yöneldi.

Bu kat evin sahibine aitti. Odanın güvenliğinden ve içindeki eşyalardan bunu görmek mümkündü. Evin hanımı masasında oturmuş, dosyalarla meşguldü. Bu arada ev sahibine önemli olduğu anlaşılan bir arama geldi, hemen açıp bu makamla ev halkının mutluluğu ve huzurunu devam ettirmek için gerekli görüşmelerini yaptı. Sorumluluklarını hakkıyla yerine getiriyordu.

Bir kapı belirdi odanın köşesinde, yaklaştı. Kapıyı açmasıyla kendini odasında buldu.

Arkadaşı hâlâ orada bekliyordu. Yanına geldi, yüzüne baktı, omzuna dokundu, “Kalb âlemi bu dünyada gördüklerimizden çok farklı. Anlamak için iyi düşünmek lazım.”

İşte o şehir ise, hayat-ı içtimâiye-yi beşeriye ve medîne-i medeniyet-i insaniyedir. O sarayların her birisi, birer insandır. O saray ehli ise; insandaki göz, kulak, kalb, sır, ruh, akıl gibi letâif ve nefis ve hevâ ve kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiye gibi şeylerdir. Her bir insanda her bir latîfenin ayrı ayrı vazife-i ubûdiyetleri var. Ayrı ayrı lezzetleri, elemleri var. Nefis ve hevâ, kuvve-i şeheviye ve gadabiye, birer kapıcı ve it hükmündedirler. İşte o yüksek letâifi, nefis ve hevâya musahhar etmek ve vazife-i asliyelerini unutturmak, elbette sukuttur, terakki değildir. Sair cihetleri sen tâbir edebilirsin.[1]

Dipnot

[1] Bediüzzaman Sadi Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2011, s. 344.