Sosyal medyada takip ettiğim bazı faydalı sayfalar var. Ara ara tıklayıp paylaşılan güzel bilgilerden istifade ederim. Bu bazen bir yazı, bazen bir şiir, kimi zaman da bir söyleşi olur. Geçtiğimiz günlerde yine bu sayfalardan birinde, bir fotoğrafa denk geldim. Fotoğrafın açıklama metnini okuduğumda beni çok etkiledi. Fotoğraftaki bir kadının hüzünlü ve kırık kalbi gözlerinden okunuyordu. Sanki göz göze geldik onunla. Kulağıma bir şeyler fısıldadı…
O hüzünlü kadının hikâyesine geçmeden önce, birkaç soru sormak istiyorum. Güzellik nedir? Nasıl bir kavramdır? Göreceli olduğu hepimizce aşikâr, ancak bir şeyin, bir insanın yahut herhangi bir canlının güzel ya da çirkin olduğuna nasıl karar veriyoruz? Mesela çok severek aldığımız bir kıyafeti vitrinden alırken “Bu elbise çok güzel!” derken bize ne oluyor da aradan çok geçmeden, “Bu çirkin elbiseyi mi aldım?” diyebiliyoruz?
Çok zaman düşündüm bu konuyu.
Fotoğraftaki kadın bana sadece güzel kavramını değil, fedakârlık kavramını da sorgulattı. O fotoğrafı görene dek fedakârlığın, zaten yapabileceğin bir şeyi, sırf kendin istediğin için yapmak olduğunu düşündüğümü fark ettim. Lakin duruma göre hiç de o kadar basit değilmiş fedakârlık. Mesela kendinizi hiçe sayacak kadar fedakâr olabilir misiniz? Ben olmasam da olur, yeter ki o sağ olsun diyebilir misiniz? Bu sorunun cevabı hepimiz için çok zor.
Ah Mary Ann, ah! Ters yüz ettin bütün dimağımı ve dahi yüreğimi…
Çok güzel ve hatta birçokları tarafından “alımlı ve çekici” sayılabilecek genç bir kadınmış Mary Ann zamanında. Akranları gibi, onun da tek hayali kendisini sevecek bir eş ve mutlu bir yuvaydı muhtemelen. 29 yaşında iken onu deli gibi seven kocası ile huzura doğru açtığı yelkenine zamanla dört evlat eklenmiş.
Heyhat! Gıpta edilesi hayatı aynı seyirde gitmemiş ve kısa bir süre sonra şiddetli ağrılar esir alıvermiş bütün bedenini. İlk zamanlar hareket etmesi güçleşmiş ve yüzünde deformasyonlar başlamış. O güzelliğinden bir vakit sonra eser kalmaması ne kadar acı verdi kim bilir…
11 yıl elini elinden, gönlünü gönlünden ayırmayan kocası ebedî âleme göç edince, yalnızlık ve çaresizlik de ekleniyor hastalığına Mary’nin. Yoksulluk penceresini kırarcasına zorlarken bir ilan ilişiyor gözüne. Bir evlatlarına bakıyor, bir aynaya. Acaba kazanabilir miyim büyük ödülü diye düşünürken kendini sahnede, diğer yarışmacıların arasında buluveriyor.
Adı birinci olarak okunduğunda haklı bir “Oh!” çekmiş şüphesiz. Çünkü o an tek düşündüğü alacağı büyük ödül. Zira ödülden sonra, içinde bulunduğu sefaletin son bulacak olması, bir kamçı misali gayretlendiriyor onu.
Buraya kadar her şey normal gibi gelirken âdeta Mary Ann’ın hüzünlü bakışları, birden çığlığa dönüşüyor.
Dört evladı için onlarca insanın arasından “Dünyanın en çirkin kadını” unvanını alan Mary Ann Webster için hayat o andan itibaren hiçbir zaman eskisi gibi olmamış; işin üzücü yanı ise maalesef Mary’nin hayal ettiği gibi de gerçekleşmemiş.
Sanki o ilk karşılaştığımız günden beri gözleri hep gözlerimin önünde. “Güzelliğine ve sahip olduğunu zannettiğin şeylere güvenme, çünkü hiçbirinin hakiki sahibi değilsin.” dercesine.
Sahi benim gözlerim, benim ellerim, benim sesim, benim hayatım derken aslında her birinin bekçisi olduğumu nasıl da unutuyorum. Kendim de dâhil çevremdekiler, “Bak, bu güzel, bu da çirkin.” derken neye göre karar veriyorum? “Benden bu kadar, daha fazlasını yapamam.” derken bana ihtiyacı olan ya da emanet edilenleri nasıl da göz ardı ediyorum.
Ah Mary! Beni ne hâle getirdin… Her aynaya baktığında, insanların sana yapıştırdığı haksız etiketi görünce neler hissettin?
Şimdi ben aynaya bakarken kendimden gözlerimi kaçırıyorum. Bana her türlü güzelliği veren ve imtihan sırrını kulağıma fısıldayan Güzeller Güzeli’nin varlığını her zaman hatırlayamamanın utancını yaşıyorum.