Bir aralık ayı akşamında sokakta dolanıyorum. Zaman geçiyor hızlı bir şekilde, bilhassa güz zamanı. Yavaşça esen meltemin, yağmurun habercisi olduğu şu dakikalarda, tek başıma düşünce sokağına doğru yol alıyorum. Kimine göre hayal âlemi, kimilerine göre düşünce dünyası. Her ne olursa olsun, bu içe yolculuğumun en nadide olan kısmından bahsederken benliğimi şehir olarak görmekten ve düşünce sokağı terimini kullanmaktan kendimi alamıyorum. “Bakış açısı insana neler fark ettiriyormuş meğer!” demekten de geri duramıyorum. Kötünün içinde iyiyi görmekmiş anlaşılan asıl mesele. Belki de saf kalbiyle bakmalı insan, kara bulutların içinde kaybolmadan, arkasındaki açık göğü unutmadan.
Yaptığım bu muhasebeden sonra odağımı içimden dışıma çeviriyorum. Göğe takılıyor aklım, sorular soruyorum sonrasında. Nedir bu insanoğlunun göğe olan sevdası? Ötelere, uzaklara mı özlemi? Kökleri toprağa saplanmış ağaçlar gibi göğe kollarını mı uzatmalı insan, sırlı aydınlıklara ulaşmak için? İçimde bunların belirsizliğiyle yürürken ilk defa görüyormuşum gibi bakıyorum düşünce sokağımda sıralanmış evlere.
İnsan olarak yeni gelen mevsimin sevincini mi yoksa yaşanmışlıkların hüznünü mü hissedeceğimi bilemediğim gibi baharın sonu da bu konuda kararsız olmalı ki ne soğuk ne de ılık meltemlerini estirme konusunda istikrarlı. Hiç düşünmezdim bir mevsimin kararsız kalacağını. Her mevsimin insanı mı var o hâlde? Kışın öfkesini bastıran yumuşak bir bahar, sıcağıyla yeni muhabbetlere açık olmakta üstüne olmayan bir yaz ve bulunduğu ortamın sessiz insanı güz. Bunu bu şekilde düşünmek hoşuma gidiyor sanırım.
Annem, “İnsanın bir günü dört mevsimdir.” der; haklı o hâlde. Nedendir bilmem, herhalde aynı cümleyi sıklıkla duyduğum için tılsımını anlamamışım. Her mevsimin insanı var ise insanın da mevsimi olmalı pekâlâ. Düşünce sokağımda duruyor ve gözlerimi kapatıyorum. Bütün duygu mevsimlerimi özümsüyorum; ani çıkışlarımın kışını, ümidimin baharını, neşemin yazını ve hüznümün sonbaharını…
Güzün gelmesiyle dallarından düşen yapraklar misali ayrılıyorum beni karanlığa sürükleyen yollardan. Yeni baharlara açılan yollar arıyorum bugünlerde. Gözyaşlarının, acının, hüznün olmadığı yeni yollar… Bunları düşündüğüm o anda gözümün önünden, aklımın ucundan geçiyor geçmiş. Eğer ikimiz de bu düşünceyle aynı yolun köşesinden dönmek adına birlikte yürüyorsak, bu aynı dünyaya adımlar attığımıza dair bir delil olmalı.
Yoruluncaya kadar yürümeye devam ediyorum; zamanın günler maratonunda ne kadar hızlı koştuğunu düşünmeden. Zaman geçiyor bir şekilde, gündüz geceye, gece ise gündüze karışıyor. Geçmişi düşünerek, ama gelecekten de bir o kadar habersiz şekilde, gündüzün ölümüne yas tutup gecenin doğumuna seviniyoruz. “Zamanın akışına kendini kaptırmamak adına harekete geçme zamanı geldi.” diyor iç sesim bir yandan. Uzun bir sürenin ardından ilk defa bu kadar kararlı gelen bu sese kulak veriyorum bütün dikkatimle. Güler Özince’nin söylediği şarkı, melodisiyle canlanmaya başlıyor zihnimde:
“Belki bugün kara, n’apalım, olsun.
Açarız bahara.
Belki bugün soğuk, üşüyorsun, olsun.
Isınırız yaza.”
“Ya baharın sonunda, yazın geleceğindeysek ne yapmalı?” diyor iç sesim yeniden. Beklemeli, baharın sonundaysak yeni bahara, kışın başındaysak yeni yaza kadar beklemeli, diyorum ona. Bir süre bekliyorum, ama cevap gelmiyor; ya cevap bulamıyor ya da tatmin oluyor.
Nedendir bilinmez, bu mevsimde beni içine çeken bir şeyler var. Yılın son demlerini yaşadığım için gelen bir hüzün mü desem, yoksa gelecek yeni günler için hissettiğim ümit mi? Kararsız kalıyorum. İç sesim devreye giriyor birden: “Hayat sevince güzel” diye bir söz var, duydukça anlamını unuttuğumuz. Sen neyi seversen o güzel görünür gözüne. Korkudan cılız dallara saklanan kedi, saksıdaki lale, şarkılar söyleyerek gezindiğin parklar, güz zamanı emekliye ayrılan yapraklarıyla vedalaşan ağaçlar… Baktığı her yerde güzeli görmeli insan. Zorluğu ne olursa olsun öyle kabullenmeli kışın sert rüzgârlarını, güz yağmurlarının soğuğunu. Bilmeli yazında yanıp kışında donacağını, baharında çiçek açıp güzünde yapraklarını dökeceğini.
İç sesin dediklerine hak verdim uzun bir zamandan sonra. Belki de insan şans verebilirdi bir güne, yıla ya da mevsime. Bu düşüncemi anlatsam birine, “Akl-ı selimle düşünmüyorsun.” derdi büyük ihtimalle, fakat ben ya da ben ve iç sesim -böyle demek daha yerinde olur sanırım- bu düşünceyi çoktan benimsemiş gibiydik. Atacağım bu adımın düşüncesi beni az da olsa korkutuyordu. Yıllarca küskün olduğum bir dostla barışmak gibi bir durumdu bu benim için. Kim bilir belki de bu ufak adım aslında yepyeni bir başlangıçtı.
Gecenin bu karanlık saatlerinde, düşünce sokağında yürürken kötü bir duygu haydudu ile karşılaşma ihtimaline karşı umut sokağına sapıyorum. Soğuk beni üşütüyor ve adımlarımı hızlandırıyorum. Eve geldiğimde alıyorum elime kalemi; ne çizmek istediysem çiziyor, ne yazmak istediysem yazıyorum. “Bu benim hikâyem.” diyorum ve hikâyeyi yeniden başlatıyorum. Dışarıdayken çiseleyen yağmur sağanağa dönüyor şimdi, damlalar cama vuruyor. Kararan göğe kapılmaktansa yağmurun getirdiği rahmete odaklanıp şükretmeyi seçiyorum.
Güzü her ne kadar hüznün mevsimi olarak bilsek de bu döngüyü değiştirmek adına adımlar atmalı insan. Bir sonraki bahara uzak olduğunun farkında olsa da cılız kalan dallarda açacak olan çiçek, toprağın altında yeşermek için bekleyen filiz olmaya niyet etmeli. Çıkılan yolun bahara ulaşacağını bilsek de elbette geride bıraktığımız “son” baharın yağmurlarına yakalanacak, soğuğunda üşüyecek, keskin rüzgârlarında savrulmadan yürüyeceğiz. Biliyorum ki her ne durumda ve şartta olursak olalım, bir yerlerde ümit var. Yeter ki biz aramaktan vazgeçmeden, amacımıza giden yolda ilerleyelim. Şimdi fark ediyorum biz var oldukça bizimle yaşıyor baharın ümidi. Biz inandıkça var oluyor ümidin baharı. Anlıyorum ki bu güz muhasebesinde önemli olan, sonuncu bahara takılmadan yol alabilmek.
Not: Bu çalışma, “Sonbahar” konulu 2021 yılı deneme yarışmamızda ikinci olmuştur.