Fark etmesek bile hepimizin bir bekleyeni vardır aslında. Kimimizin evde güler yüzlü eşi, hayatının neşesi çocukları, kimimizin bir umut bekleyen öğrencileri, kimimizin ise hiç bağlarımızın kopmasını istemediğimiz dostlarımız. Sadece biz değilizdir beklenen. Yağmur bekler kurumuş toprak ve nice canlılar. Fakat öyle bir zaman gelir ki bekleyenlere koşarken bir de bakarız ki biz bekler olmuşuz. Umudun, özgürlüğün kapıyı çalmasını bekleriz. Bizimki de kaderimize doğru koşmaktı, her ne kadar bizi neyin beklediğini bilmesek de.
Annem bize hep dergilerden, gazetelerden okurdu hicret eden, “önden giden atlılar”ın o destansı hayatlarını. Sonra da biz de hicret edebilir miyiz diye, içimizi heyecanla karışık bir merak duygusu kaplardı. Biz de farklı renklerden, dillerden, kültürlerden arkadaşlarımız olsun, onlarla kardeşlik köprüleri kuralım, Rehber-i Ekmel’imizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) yolundan gidip hicret diyarlarına kuş olup uçalım isterdik. Hele Sahabe misali, o diyarlara gidip orada ölüp orada gömülmeyi arzulayanlar, bizleri kendilerine daha da bir gıpta ettirirlerdi.
Sonunda ailecek hicret etmeye, gönüllerdeki yangınları karınca misali söndürmeye gayret etmeye karar vermiştik. Her ne kadar Meriç’in soğuk sularından geçmek zorunda olmasak da bir nevi “hicret sevinci” kaplamıştı içimizi. Biz de kelebek olup uçabilir miydik görmediğimiz diyarlara? Yaşatmak için yaşamanın adı değil miydi hicret? Sayılı günler çabuk geçer, bizim de başvuru günümüz gelip çatmıştı. Aynı düşünceleri paylaşan, aynı sevda için yürekleri atan farklı insanlarla dolu bir odada beklemeye başlamıştık biz de. Sıramız gelince girmiş ve anlatmıştık gerekenleri. Hiçbirimiz ana dilimizden başka bir dil bilmiyorduk. Bazı diğer sebepler de âdeta “Siz gidemezsiniz!” diyordu, fakat onlar sadece sebepti, perdeydi.
Bir bahar günüydü. Saksılarda menekşeler çiçek açmıştı bize müjde verircesine. İlkokulumuzu bitirmiş olmanın verdiği bir sevinçle kırmızı kurdeleli kağıtlarımızla dönüyorduk eve. Gelen haber ayrı bir renk katacaktı ömrümüze. Tatlı telaş sarmıştı içimizi, yeni bir beldeye hicret etme ümidiyle.
Bir öğleden sonraydı, kapı çalmıştı. Yüzünde sevinç emareleriyle ve tebessümle gelen babamdı. “Belli oldu.” sözleri dökülmüştü dudaklarından. Biz heyecanla ardı arkasına sıralamaya başlamıştık bile ülkeleri, kıtaları. Afrika, Kazakistan, Kırgızistan, Kenya diyorduk lakin cevap hep “Hayır.” oldu. “Hindistan” deyince duraksamıştık bir an. “İsmini masallarda duyduğumuz bu ülke gerçek miymiş?” Kırmızı kapaklı bir atlas vardı, baktık bu masallar ülkesine. Dinlerinin, ırklarının, renklerinin hiçbir önemi yoktu bizim için, lakin çocukça bir fikirle yeryüzündeki her insanı Müslüman zannederken büyük çoğunluğun Hindu olduğunu öğrenmek bizi şaşırtmıştı, ama sandığımızdan da renkli bir ülkeydi bu diyar. Birçok din, dil ve fikre ev sahipliği yapan bir ülkeydi. Aslında gerçekten de “masallar diyarı”ydı…
Ayrılığın en zor kısmıydı özlem, hicran ve bu dünya gözüyle en son ne zaman göreceğini bilemediğin sevdiklerinle vedalaşmak… Son kez sarılmak, son kez el sallamak, son kez orada gözyaşı dökmek… Zordu doğup büyüdüğü, çocukluğunu geçirdiği, çiçeklerini kokladığı, bembeyaz karına dokunduğu ülkesinden, vatanından ayrılmak, ona has havasını son kez solumak… Kim derdi ki altı sene geçecek, lâkin sen bir kez olsun o topraklara gidemeyeceksin diye. Kim derdi hep hayalini kuracaksın, gözlerin dolacak, kimileri bir aydır göremediği dedesi için ağlarken yüreğin sızlayarak sen onları teselli edeceksin. Hele ki en fazla bir haftalığına ayrı kaldığımız abimden ayrılmak… O çok hüzünlendirmişti. Havalimanına gitmek için arabaya bindiğimizde, oturur oturmaz başımı cama dayamış, ağlamıştım. Son kez baktım camdan, son kez.
Yolculukta yaşadığımız lütuflar bize doğru yolun yolcusu olduğumuzu hissettirmişti. Hani herkesin bir gaye-i hayâli olur ya hayatında. Gerçekleşmesini ümit ve heyecan ile beklediği bir hayal… Bizimki de bir gün o kutsal topraklara gitmek, elimizi o mübarek Kâbe’ye sürmek, bir kez olsun Fahr-i Kâinat Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kabrinin başında gözyaşı dökmekti. Hedefimiz büyük, adımlarımız küçük de olsa katıldığımız yarışmalardan kazandığımız ödülleri biriktirip çıkmaktı o kutsal yolculuğa. Nihayet bir miktar biriktirebilmiştik, lâkin gideceğimiz yeni beldede ihtiyacımız olacaktı bu paraya. Onun için bir gün o hayâlimizin gerçekleşeceğini umarak bu seferki yolculuğumuzda kullanmak durumunda kalmıştık. Biletlerimiz Hindistan’ın bir eyaleti olan Bombay aktarmalı alınmasına rağmen, havalimanındayken uçak firmasından bize, bir hata yapıldığı, yerimizin başkasına verildiği ve hatanın telafi edilmesi için başkent Delhi aktarmalı bir uçuşun ayarlanıp belli bir meblağın bize ödeneceği bildirildi. Allah dileyince tevafuklar tecelli ediyordu ve bize ödenecek olan miktar, bizim senelerdir biriktirdiğimiz miktardan biraz fazlaydı.
Sıcak bir ağustos gününde inmiştik birçok renk, dil ve dinden insanların yaşadığı beldeye. Pasaport kontrolünden geçmeden önce, bize kalacağımız adresi yazmamız gereken bir form verdiler. Lâkin bizde ne adres vardı ne de orada yazanları anlayabileceğimiz bir dil. Babam da adres sormak üzere Haydarabat’taki bir tanıdığını aramaya çalışmıştı. Hindistan’a gelmeden önce açtırmasına rağmen telefon hattı bir türlü aktif olmuyordu. Annem denemesi için babama yurt dışı araması açtırılmamış kendi telefonunu vermişti. İlk denemede çalmıştı ve sabahın erken saatleri olmasına rağmen açılmıştı telefon. Bütün sebepler basit bir perdeydi. Bize de bütün sebepleri elinde tutan Rabbimize bir kere daha şükretmek düşüyordu…
Kontrolden geçtikten sonra sevinmiştik, fakat bizleri bekleyen bir sürprizden bîhaberdik. Valizlerimiz gelmemişti. Görevli bir amca bizim adımıza kayıp formunu doldurmuş ve bizi Haydarabat uçağına bineceğimiz terminale kadar görevli kartını göstererek götürmüştü. Daha sonra İstanbul’da kaldığını öğrendiğimiz valizlerimiz, tam da evimize yerleşeceğimiz gün gelmişti.
Haydarabat’a giden uçağa bindiğimizde Türkçe konuştuğumuzu fark eden ön koltuktaki bir Hintli genç bize dönerek Türk olup olmadığımızı sorunca şaşkınlıktan dilimizi yutacaktık. Kendisini tanıttığında ise şaşkınlığımız bir kat daha artmıştı. Meğer kendisi babamın çalışacağı kolejden mezun olmuş, Ankara’da İpek Üniversitesinde okumuş ve Türkçe öğrenmişti. Her şeyin hikmet tezgahında dokunduğu bu dünyada yollarımızı kesiştiren de kaderimizdi elbet. Uçaktan indiğimizde kendisi çıkışa kadar bize yardımcı olmuştu.
Bize şah damarımızdan daha yakın olan Rabbimiz, bizi bu diyarlarda da yalnız bırakmamıştı. Hemen içimiz ısınmıştı bu masallar diyarına. Havalimanından çıkınca Hindistan cevizi ağaçları ve sıcak ve nemli bir hava karşılamıştı bizi. Ancak Hindistan’ı görebileceğiniz yer, köprüden inince karşınıza çıkan manzaraydı: Yeşil ve sarı renkte rikşalar, başlarında sepet taşıyan insanlar, ipe dizilmiş çiçekleri satanlar ve bayramlara has ışıklandırılmış balkonlar…
Okulumuza başlayacağımız gün, yeni olmanın verdiği tatlı bir heyecan ve çekingenlik, arkadaşlarımızı görünce yerini bir mutluluğa bırakmıştı. Elimizden tutup bize okulu gösteren, bahçede gezdiren bu yeni dostlarımızla sanki 40 yıllık bir tanışıklığımız varmış gibiydi. Aynı dili konuşmasak da hâl dilimizle anlaşıyorduk. Kimi zaman elimizde bir sözlük, kimi zaman da birkaç kelime yetiyordu birbirimizi anlamaya.
Babamın işinden dolayı yeni bir eyalete taşındık altı ay sonra. Bu sıralarda Türkiye’deki ortam değişmiş, biz de ana vatanımıza gidemeyeceğimizi öğrenmiştik. Artık Hindistan’ı da kendi vatanımız olarak görecektik. Öyle ki ne zaman Uluslararası Dil ve Kültür Festivalinde bir Hintli görsek kendi ülkemizden bir katılımcı görmüş gibi sevinir olmuştuk.
Yeni eyaletteki okul küçük olsa da sınıf arkadaşlarımız dünyanın farklı ülkelerindendi. Hepimiz duvarda asılı dünya haritasına, ülkelerimizin üstüne bir yıldız yapıştırmıştık. Farklı kültürlerimizi, dillerimizi birbirimizle paylaşmıştık. Yeri geldiğinde sınıf duvarlarımızı projelerimizle süslemiş, okulun en güzel sınıfı olmuştuk, ama asıl güzellik ve sıcaklık içimizdeydi. Fakat bu dostluğumuzu da şimdilik noktalamanın vakti gelmişti altı ay sonra. Herkese bir hatıra bırakıp ayrılırken bize kucak açmış bu belde de bizim yüreklerimizde nice silinmez hatıra bırakıyordu. Hindistan’daki ilk hicret diyarımıza geri dönüyorduk. Sergüzeşt-i hayatımızda, virgül konulmuş bir cümle gibi, bitmemiş cümlemizi, devam edeceği yere kadar yaşamaya gidiyorduk âdeta.