Her insan genç kalmak ister mi? “Neden olmasın?!” dediğinizi duyar gibiyim. Peki neden gençliğinin devamını ister? Kim bilir, belki de ruhundaki o dinamizmin vücudunda da devam etmesini bekler. Lakin yıllar buna ne kadar izin verir?
Ergenlik döneminde, yirmili yaşların bir an önce gelmesini iple çeker, elimizden gelse seneleri ikişer üçer atlamak isteriz. Bu yaşları sanki gençliğin sembolü olarak görürüz. Tırmanmaya çalıştığımız bu yıllara gelince de ne olduğunu anlamadan yokuş aşağı hızla gitmeye başlarız. Hayatın getirdiği sorumluluklarla içli dışlı kalınca da zamanı film bandı gibi geri sarmayı dileriz. Derken otuz beş yaş durağında bekleyen Cahit Sıtkı’nın mısraları ilişir gözlerimize: “Yaş otuz beş yolun yarısı eder.” Aslında değişim geçiren sadece yüzümüz ve vücudumuz değildir, kalbimiz ve ruhumuz da bundan nasiplenir.
Âdeta zamanla yarışır bedenimiz. Hatta bıraktığı bazı izleri de silmek ister. Kimi zaman da lütufları toplar. Hiç beklemediğimiz anda dalından düşen elmalar misali… Yüzümüz, ruhumuzda yaşanan çalkantıların ritmine göre şekillenmeye başlar. Bir nev’i ressamlık görevini üstlenir ruhumuz ve ona göre yüzümüze çizgiler kondurur. Acı, sevinç, üzüntü, pişmanlık, hayal kırıklığı… Ruhumuzdaki repertuar ne kadar genişse beste ve güfte o kadar zenginleşir.
Kırklı ve ellili yaşlara gelince huzur ve keder maskeleriyle tiyatro sahnesine çıkarız. Belki de göstermek istemeyiz içimizdeki o duygusallığı ya da çocuk kalan tarafımızı. Peki yüzümüzdeki veya ruhumuzdaki bu çizgilere ne kadar kulak verdik? Ne kadarını benimsedik, içten bir “Eyvallah!” dedik? Saçlarımıza düşen beyazlar kadar kalbimize düşen siyahların ne kadarını fark edebildik? Her çizgide ve renkte bir anlam arayıp hayatlarımızdaki kader çizgisini yüzümüzdeki kırışıklıklara yorduk mu?
Peki ya hayat merdivenlerini tamamlayamadan bu dünyadan göç edenlere ne demeli? Hangi soruları sormalıyız? Hazreti Ömer’in (radıyallâhu anh) namaza koştura koştura giden çocuğa, “Sen daha çocuksun, bu kadar telaş etmene gerek yok, sana daha namaz bile farz değil.” dediğinde karşılığında aldığı “Dün benden daha küçük birisi öldü.” cevabı, bize hayatın hangi mertebesini göstermeli?
Şair Şirazi’nin “Her nefeste ömürden bir nefes kesiliyor. Etrafıma bakıyorum, kimseler kalmamış. Be adam, elli yaş yaşadın, hâlâ uykudasın!” sözü akıllara farklı sorular da getirmiyor değil hani! Gözlerimiz hangi gerçeklere açık ya da hangisini gerçek olarak ayırt edebiliyoruz? Kalbimizin pusulası hangi yönü gösteriyor?
Kim bilir kum saatinin hangi tarafında olduğumuzu? Sorular trenine eklediğimiz vagonlarla dünyayı dolaşıyor gibiyiz. Şimdi ne akan zaman geri gelir ne de gelmeyen günlerin telaşı çekilir. “Geç mi kaldım?” ürpertisiyle geriye kalan kum tanelerini savurmak yerine değerini artırmak yine bizim tercihimizdir. Dört mevsim geçiren yüz ve kalb coğrafyamız, O’nun sonsuz cemal ve kemâlinin göz kamaştırıcılığı karşısında, ötelere yelken açar.