Koca bir evreni sırtlanmış yuvarlanırken arada yükümüzü hafifletmek istediğimizde imdadımıza yetişen, hatta hayat kurtaran kısacık, üç harfli, ama büyük harflerle yazılan bir kelime çıkar karşımıza: “ŞEY.” Nedir bu “şey”? Kimi zaman en değerli kelimelerimizin yerini tutar, kimi zaman da tarifi imkânsız duygularımızın arkadaşı oluverir. “Ne güzel şeymiş bu!” “Bugün sende bir şey var!” gibi cümlelerin içinde eşlik eder bizlere. Bu ifade, Türkçede en çok kullandığımız kelimeler arasındadır. Kökeni Arapçaya dayanır ve nesne anlamındadır. Dili rahatlatan bu kelimeyi o kadar sevmişiz ki çoğulu olan eşya hâlini bile almışız. Bu kelimeye aslında ne çok anlamlar sığdırmışız, dilimizin ucuna gelip de taşanları toplar gibi. Hem de eksiklerimizi kapatmaya çalışmışız. Ucundan yırtılan, kırık dökük kelimelerimizi onarmak için kanaviçe gibi itinayla işlemişiz. Bazen de hoyratça savurmuşuz gelişi güzel konuşmalarımıza…
Dilin en önemli unsurlardan birisi zenginliğidir. Her durumu, eylemi veya nesneyi ifade edebilecek farklı kelimelerin mevcut olmasıdır. Bu yüzden de dilde kolaycılığa yer yoktur. Yani yazılarda, şiirlerde şey kelimesini kullanmak “tembellik” olarak görülür. Can Yücel, “Şeyist” şiirini yazarken mısralarında hem kelimeyi hem de yazarları ironik şekilde eleştirmiştir. Kim bilir belki de bu yüzdendir şey’in yalnızlığa itilmesi, her kelimeden sonra ayrı yazılmaya mahkûm bırakılması.
Hemen hemen her dilde bu kelimenin karşılığı vardır. Mesela İngilizcede thing diye ifade edilirken Almancada die Sache ya da das Ding diye birçok eş anlamlıları dahi bulunabilir. Hayatımızın tam ortasında bu kadar canlı olan “şey”in olmadığını düşünelim. Olmasaydı ne olurdu? Bu; tıpkı haftanın günlerinden salı’nın ya da rakamlardan sekiz’in olmaması gibi olurdu herhalde. Üstad Bediüzzaman’ın, “Her şey zıddıyla bilinir. Meselâ, karanlık olmazsa ışık bilinmez, lezzetsiz kalır. Soğuk olmazsa hararet anlaşılmaz, zevksiz kalır. Açlık olmazsa yemek lezzet vermez. Mide harareti olmazsa, su içmesi zevk vermez. İllet olmazsa âfiyet zevksizdir. Maraz olmazsa sıhhat lezzetsizdir.”[1] dediği gibi her şeyin kıymeti ve ehemmiyeti bir bakıma zıddı ile anlaşılır. Belki de “şey” olmasaydı hep bir şeyler eksik kalırdı bu hayatta.
Filoloji ile felsefenin ortak noktası dildir, kelimeleri köprü yaparlar ve okuyucunun kalbine su misali akarlar. Sözcükleri kullanma bakımından edebiyatın biraz daha ağırlığı vardır. Felsefe ise aldığı kelimeleri adeta bir süzgeçten geçirir ve işleme tâbi tutar. Mesela İslam Medeniyetinin gelişmesi tefsirle başlar. Yani Kur’ân ile kâinat arasındaki münasebetin keşfi, kelimelerin filolojik olarak incelenmesiyle tetiklenir. Böylelikle de tefekküre dayanan bakış açıları ve düşünceler ortaya çıkar.
Şey; Kur’ân-ı Kerim’de de sıkça geçen bir kelimedir. Allah’ın (celle celâluhu), olmasını murat ettiği şeye “Ol!” demesi, o şeyin hemen oluvermesi için yeterlidir.[2] Allah’ın meşîetinin (dilemesinin) neticesinde oluşana da şey denir. Zihinde veya zihnin dışında var olan her şeye “şey” denilebilir. Bu kısacık kelime, Allah’ın Alîm ve Kadîr isimlerinin yanı sıra, sıfatlarının da tecelli ettikleri yerleri belirtmektedir.[3]
Üç harften oluşan bu sözcük, üç boyutlu çizimleri andırıyor. Neresinden bakarsanız orada bir derinlik oluşuyor ve size sırlı perdelerini açıyor. Bazen de satranç masasındaki piyona benziyor. Kimi zaman ilk hamlede feda edebileceğimiz, kimi zaman da en sona saklayıp vezire dönüştürdüğümüz. Ah be şey, nelere vesile oluyorsun sen!
[1] Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 257.
[2] Bkz. Nahl, 16/40; Yâsîn, 36/82.
[3] TDV İslam Ansiklopedisi, “Şey” maddesi.