Hastaneler, hayatın içinden çok çeşitli olaylara tanıklık eden mekânlardır. Hep üzüntüler yaşanmaz oralarda. Doğum, iyileşme sonrası taburculuk gibi durumlarına da ölümde olduğu gibi çoğu zaman gözyaşları eşlik eder. Hastane çalışanları için yaşanan her hâdise ucundan kıyısından ya da tam kalbinizden sizi etkiler, ama asla pas geçmez. Hele bazılarının hâtırasını, anlamını unutmamak için ömür boyu parmağınızdaki yüzükte saklamak istersiniz.
Can alıcı, iz bırakan türden hâdiselere çoğu zaman gece nöbetleri şahitlik eder. Kimse hastanelere mecbur olmadıkça gelmek istemez, ama ihtiyaç olursa da yokluğuna tahammül zordur.
Tıp fakültesi son sınıf öğrencisi olarak Cerrahî bölümünde, bir gece nöbetinde, nöbet ekibinde “intern” doktor olarak görevliydim. Kesip biçme, dikiş atma gibi işlemleri oldum olası pek sevmem. Hele ameliyatlık vakaların önemli bir kısmı acil şartlarda geldiği için yönetimi zor ve streslidir. Son sınıf öğrencilerinin hastaya müdahale yetkisi yoktur. Ya gözlemci olarak ya da rutin hasta takibinde, yara bakımı gibi işlerde görev alarak ekibe dâhil olurlar. Gözlerim sekiz hastanın gece boyu üzerlerinde, saat başı tansiyon, nabız, ateş gibi parametrelerin takibini yapacaktım. Saat başı vazifemi tamamlayıp 24 saat uyanık kalabilmek için ara sıra boş bulabildiğim ilk sandalyeye kurulur, her zaman olduğu gibi kulaklıklarımı takar, radyo dinlerdim. Acil servisten ameliyat endikasyonu ile hasta gelene kadar…
Cerrahî bölümünde çalışan doktorlar genelde iri yarı, çoğunluğu da erkektir. Zamanla bu kümeleşmenin sebebini daha iyi anlarız. Çünkü acil durum ve stres bir aradaysa başa çıkmak için fizikî güç de gerekebilir. Sadece stres içinde olan sağlık görevlileri değildir elbette. Yakınlarının âkıbetini beklerken içindeki üzüntü ve endişesini aslında onlara yardım etmek üzere bulunan sağlık ekiplerine yansıtan, hatta şiddet uygulayabilenlere karşı da iri cüsseli olmak işe yarayabilir!
Her şeyin yolunda olduğunu zannederken kapıya vurulan tekme ile yerimden sıçramıştım.
“Analık hakkım helal olmasın! Evlatlarından bulsunlar! Sütüm haram olsun!” sözleri içimi ürpertti, acıttı aniden. Bir anda kapıdan sedye ile yoğun bakımın ortasına kadar getirilen bir yaşlı kadının bu feryadı her yanda çınlıyordu.
“Neden bu feryatlar? Kimdi bu kadıncağız?” Bu talihsiz ifadeleri neden burada, bu saatte duyuyoruz?” gibi bir yığın soru ile kalbim meşgulken…
“Doktor hanım, bu hastayı hemen ameliyathaneye indiriyoruz. Kan grubu tayini için kan örneği alın, laboratuvara gönderin. Kan grubu belli olunca iki ünite eritrosit süspansiyonu, bir ünite plazma istersiniz.”
“Olur, tabiî, hemen hallediyorum. Hocam ameliyat endikasyonu nedir acaba, belli oldu mu?”
“Akut Pankreatit vakası, komplike olmuş, durum pek iç açıcı değil. Her şeye hazırlıklı olmalıyız.”
“Hay Allah!” diyerek derin bir iç çektim. Mesleğe adım bile atmamış, henüz staj döneminde karşılaştığım bu olay, gelecekte karşılaşacağım nâhoş tecrübelerin habercisi miydi?
Bu kadıncağız hasta hâliyle neden evlatlarına beddua ediyordu? İçim acıdı evlatları adına. Kan grubu tayini için kan vermek üzere sedyede uzanmış yatan yaşlı kadına yaklaştım. Sağ elinde bir şey sakladığını, kolunu uzatmasını istediğimde fark ettim. “Feryadının sebebini sormalı mıydım?” Emin olamadığım hâlde merakıma yenik düşerek soruverdim.
“Teyzeciğim, neden üzgünsün? Kim üzdü seni? Karnın mı çok ağrıyor yoksa başka bir sıkıntın, şikâyetin daha mı var?” Bu arada almam gereken iki mililitre hacminde kanı alarak kan tüpüne boşalttım. Avucunu açıp içinde sakladığı, telden yapılmış bir yüzüğü bana uzatarak şöyle dedi:
“Bu yüzüğü bana torunum Leyla kendi elleriyle yaptı. Bana bir şey olur, ameliyattan sağ çıkamazsam bu yüzük senin olsun, parmağına tak. Torunumun hâtırası, atma sakın!” Olduğum yerde donup kalmıştım.
“Tabiî, tabiî ki saklarım teyzeciğim, ama sana bir şey olmasın inşallah. Sen ameliyattan çıkınca tekrar senin parmağına takarız, olur mu?”
“Çıkamam, çıkmak da istemiyorum. İki evladım var, evlat denirse! Çok varlıklı bir insandım. Eşim vefat edince kızlarım sırayla beni yanlarına aldılar. Her birinde birkaç ay kaldım. Kaldığım süre zarfında, elimde ne var ne yok üzerlerine geçirdiler. Bir ay önce ‘Kaplıcaya gidiyoruz.’ diyerek beni burada bir huzurevine yerleştirdiler. İnsanın evladı bunu nasıl yapar? Hakkım helal olmasın, sütüm haram olsun her ikisine de. İnsan annesini kandırır mı?”
Ne denir şimdi bu kadıncağıza? Nasıl teselli edilir? Susma hakkım var mıydı? Söyleyeceğim herhangi bir şey ya onu daha çok üzerse? Bunları düşünürken gelen telefonla teyzeyi dualarla ameliyathaneye uğurlamıştım. Cebime atıverdiğim tel yüzük beni hâlden hâle sokmuş, rutin işlerimi yapmaya devam ederken aklım o teyzede kalmıştı.
Normalde acile başvuran hastaların ihtiyaçlarını karşılamak üzere yakınları beraberlerinde gelirler. Bu teyzenin kimseciğinin olmaması bana çok dokunmuştu. Hatta kıymetli hâtırasını sadece beş dakikadır tanıdığı birine emanet etmişti. Ne tuhaf bir durumdu bu benim için!
Yarım saat sonra hemşire hanımın tez ve kara haberi yüreğimi iyiden iyiye acıtmıştı.
“Az önce gelen teyze, akut pankreatit hastası olan, ameliyat masasında kaldı maalesef!”
“Nasıl, neden? Ciddi misiniz hemşire hanım?”
“Evet, neden bu kadar şaşırdınız? Bu yaştaki biri için pek şaşılacak bir durum değil bu!”
“Ölmek bu kadar hızlı, kolay mı olur? Ne bileyim, bu benim ilk ölümlü vaka tecrübem.”
Yılların tecrübeli hemşiresi bir çırpıda nasıl da söyleyivermişti.
Mesleğe alışmak zor olacaktı belli ki. Hem de ibret dolu bir hikâyeyi, hâtıra olarak bırakıp giden biri benim bu mânâda ilk deneyimimdi. Emanet olarak cebime koyduğum yüzüğün tek vârisi olarak şimdi o yadigârı parmağıma takmalıydım. Yakından bakınca biraz küflü, ince bir telin birkaç kez döndürülmesi ile yapılan bu yüzüğü nasıl takacaktım parmağıma? Hem nikel alerjim var, herhangi bir metali parmağıma takamazdım hem de öyle telden yapılmış bir yüzüğü merak edenlere nasıl bir açıklama yapardım? Bu hâtırayı nasıl saklamalıydım o zaman?
“Düşünme şimdi bunları! Al, tak parmağına. Baktın takamadın, bu paha biçilmez yüzüğü parmağında değil gönlünde saklarsın.”
Hayatım boyunca annelik hakkını, kul hakkını, ahde vefayı hatırlatacak bu kıymeti, başımın üstünde taşısam yeri olurdu. Bunlar, âyet ve hadis-i şeriflerin bize ilk öğrettiği en önemli yükümlülüklerden değil miydi? Evet, kıymetini bilirsem bu hâtıra benim önemli bir hayırhahım olabilirdi.
Öyle güzel bir yoldaşı hayatım boyunca hem parmağımda hem yüreğimde taşıyacağıma dair kendime o an söz verdim. İnsan ile temasın yoğun olduğu mesleklerden birine adım atarken bu sarsıcı hâtıra aslında bana ne iyi gelmiş, şimdi daha iyi anlıyorum.
“Sadece beş dakika gördüğün birinin hâtırasını 21 yıl nasıl sakladın hem parmağında hem de gönlünde?” diye bazen kendi kendime şaşırırım. Leyla’nın yüzüğü misali, hâtıralar, ihtiva ettiği mânâlar ile değer kazanır. En değerlileri bir ömür boyu saklanır.
Sabredilmesi gereken bir insansa eğer, tel yüzüğe gizlice atılan bir bakış, bir hissediş sizi tâ Haşre, Mizan’a ve İlahî huzura alır götürür.