Vaktiyle uzak diyarlardan birinde, uzun yıllar çare bulunamamış hastalığıyla hayata tutunmaya çalışan bir genç yaşarmış. Bütün çocukluğu ve dahi yetişkinliği, bu amansız hastalıkla mücadele ederek geçtiği için, ailesi hep el üstünde tutarak büyütmüş onu. Âdeta pamuklara sarıp sarmalamışlar. Üzülmesin, hasta olmasın diye de onun adına, sormaya bile gerek duymadan her şeyi yapmışlar. Bu hâle o kadar alışmış ki genç, bir süre sonra fark etmeden bencillik bütün ruhunu sarıvermiş. Elde etmek istediği her ne olursa, hedefine ulaşana kadar acımasızca hareket eder olmuş.
Günlerden bir gün bu gencin yolu, gözünü kararttığı bir hedefin peşinde bir diyara düşmüş. Burası onun, henüz fark edemese de belki de hayatının akışını değiştirecek bir yermiş. Yine hırslarının peşinde deli divane koştuğu bir gün, yolun ortasında yere yığılıvermiş. Saatler sonra, hiç tanımadığı yaşlı bir adamın evinde bulmuş kendini. Hırslarının esir aldığı bedeni hemen kaçmak istemiş oradan, ama maddiyata doymuş cismine rağmen maneviyata aç olan ruhu, ihtiyar adamın gözlerinde eriyivermiş.
Gencin gitmek üzere ayaklandığını gören adam, “Dur hele, acelen ne? Çorba yaptım sana. Bak, bu çorba çok şifalıdır, hem vücuduna hem ruhuna iyi gelir.” demiş.
Sanki şu kadarcık sözünde bile bir tılsım olan bu yaşlı adamın gözleri ve sözleri delikanlıyı çok etkilemiş. “Belli ki dilinden dökülen söze de gözündeki nura da kalbinin güzelliği yansıyor.” diye düşünmüş. Kendi dünyasında hiç rastlamadığı bu samimiyet, ruhunu esir alıvermiş ya da belki de esir olan ruhunun özgürlüğe doğru kanat çırpmasına vesile olacak ilk adım oluvermiş.
Gel zaman git zaman, bu gençle ihtiyar arasında güzel bir muhabbet hasıl olmuş. Genç adam, ruhunu kıskıvrak sarmış olan hırslarından bütün çırpınışlarına rağmen bir türlü kurtulamıyormuş. Durumun başından beri farkında olan ihtiyar, bir gün ona şöyle demiş: “Diyelim ki başında ve sırtında taşıdığın ağır yüklerle bir gemiye bindin. Gemide yükleri taşımaya devam eder misin? Artık yükleri gemiye bırak evlat, altında eziliyorsun. Oysa gemi de seninle aynı yere gidiyor. Bırak ki ruhun da bedenin de hafiflesin.”
Genç, bir süre düşünmüş, adamın söylediklerini ölçmüş, tartmış ve sonunda gelip “Yükümü kendim taşımaya karar verdim, geminin sahibine güvenemem.” demiş. Çocukluğundan beri, yetiştiği ortamda tevekkül adına hiçbir şey göremeyen, aslında çok aciz olmasına rağmen, bunun farkında olmayıp her şeyi kendi yüklenmeye çalışan insanlar gördüğü için, yüklerini gemiye bırakmak çok zor gelmiş ona.
Bir hayli yaş alsa da ruhu hâlâ genç olan bilge adam üstelememiş. “Tamam evlat.” demiş. “Ama yarın sabah yanıma gel, seninle bir yolculuğa çıkacağız. Nereye ve neden diye sorma. Ne ben Hızırım ne de sen Musa! Sadece gel.”
Sabahı zor etmiş genç. “Acaba nereye gidecekler, ne yolculuğu bu?” Bütün bu düşünceler sabaha kadar beynini kemirip durmuş. Günün ilk ışıklarıyla beraber ihtiyarın kapısında bulmuş kendini. “Kahvaltı etmeyecek miyiz?” diye sormuş.
“Hele yola koyulalım, bakalım Mevlâ rızkımızı nereden verecek?”
Tevekkül yolculuğunun ilk adımıymış bu. Dağ, dere, tepe demeden gitmişler bir müddet. Tam yoruldukları anda, çölde görülen serap misali, sessizliğin ve yalnızlığın ortasında, bir kulübenin önünde tek başına, sanki birini bekler gibi oturan bir adam görmüşler. Selam vermiş ihtiyar adam. Selamını almış yalnız olan.
“Kimi beklersin burada, gözlerin yollarda?” diye sormuş.
“Ben her gün bu saatlerde soframı kurarım, bana yârenlik edecek Tanrı misafirini beklerim. Bu, bazen sıkıntıdan yolunu kaybetmiş bir dertli olur, bazen kendini aramaya çıkan bir yolcu. Bugün de sizinmiş nasip, buyurun sofraya!”
Memnuniyetle davete icabet etmişler. Hayatında tattığı en leziz yiyecekler gibi gelmiş gence bu sofradakiler. Diğerlerinin tebessüm dolu bakışları arasında, karnını güzelce doyurmuş.
“Yolcu yolunda gerek, Allah ziyade eylesin.” diye dua ederek ayrılmışlar oradan.
Biraz gittikten sonra ihtiyar, heybesinden ekmek ve su çıkarıp bir ağacın altına bırakmış.
“Neden bıraktın ki onları?”
“Allah her canlıya rızkını verir, ama bir şeyleri de vesile kılar. Görelim bakalım Allah (celle celâluhu) bizi neyin rızkına vesile kılacak?”
Biraz sonra ağaçların arasından bir tavşan gelip sudan kanasıya içmeye başlamış. Tebessüm etmiş ihtiyar, gencin şaşkınlıktan fal taşı gibi açılan gözleri karşısında. Bir müddet daha yola devam etmişler. Gün batımına doğru, yıkık dökük bir kulübeye denk gelmişler. Elindeki kalburla viraneye güneş taşıyan bir adam![1] Selam vermiş ihtiyar. Gördüğü manzara çok garip gelmiş gence.
“Divane mi bu adam, kalburla güneş toplanır mı hiç? Kimse söylememiş mi ona şimdiye kadar bunun olmayacağını?”
“Bu adam bunca yıldır burada, güneş taşır durur. Sence kimse söylememiş midir? Peki ya bizim bunca yıldır viranelerimize taşıdığımız yükler? Bir gün hepsinin geride kalacağını bildiğimiz hâlde, bu ‘divane!’ misali taşıyıp durmuyor muyuz?”
Beyninde şimşekler çakmış gencin, afallayıp kalmış. Hırsları da ruhu gibi, ihtiyarın karşısında eriyip gitmiş.
“Geceyi geçirecek bir yer bulmamız lazım, yarın sabah gidecek son bir yerimiz kaldı.”
Güneş doğar doğmaz yola çıkmışlar. Vardıkları nokta, gencin dizlerinin bağının çözülüp yere yığılıvermesine yetmiş de artmış bile.
“Burası benim dünyadaki son durağım.” demiş ihtiyar. “Vuslatımı beklerim, beklerken de arada buraya gelirim, içine dolan tozu toprağı süpürür temizlerim. Tıpkı buraya hazırlık yaparken ruhuma dolan toz topraktan arınmaya çalıştığım gibi…”
Belki de şimdiye kadar bu durağı hiç düşünmediğini fark etmiş genç. İrkilmiş korkudan!
“Korkma!” demiş ihtiyar. “Bu durak, ebedî ve daha güzel olan bir hayata açılan kapı. Bu dünyada ne kadar hazırlık yaparsan, yüklerini gemiye bırakıp geminin sahibine tevekkül edip gereksiz yüklerinden sıyrılırsan o kadar rahat edersin.”
O kadar müşfik bir ses tonu ve şefkatli bir bakışla anlatmış ki bilge ihtiyar bunları, gencin korkusu bir anda ümide dönüşüvermiş.
“Sence bu kadar zaman varlığından bîhaber yaşadığım bu geminin sahibi beni affeder mi?”
Bunun üzerine Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu hadisini nakletmiş ona:
“Ömer ibn Hattâb (radıyallâhu anh) demiştir ki: Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzuruna birtakım esirler getirilmişti. Esirler arasında bir kadın vardı ki (ayrı düştüğü çocuğuna duyduğu özlemden dolayı) sağa sola koşuyor, gördüğü her çocuğu sinesine basıyor ve emziriyordu. Bu manzara karşısında Resûlullah:
“Şu kadın, bağrına bastığı ciğerparesini hiç ateşe atar mı?” diye sordu. Biz de:
“Hayır, vallahi atmaz!” dedik. Bunun üzerine Allah Resûlü hikmet gamzeden bir edayla: “İşte Allah, kullarına, bu kadının yavrusuna gösterdiği şefkatten çok daha merhametlidir.” buyurdu.”[2]
Yıllardır çare bulunamayan maddî hastalığından, ruhunun iyileşmesiyle şifa bulmaya başlamış genç. İhtiyar ona rehber olmuş, yüklerini gemiye bırakmayı, tevekkül etmeyi öğretmiş.
Sadece çocuklar için midir masallar?
Masallarla uyutulmuyor mu koca koca insanlar?
Bu genç de yıllarca sonunu bilmediği bir masalın içinde yaşamış, tâ ki yolu bilge ihtiyarla kesişene kadar…
Dipnotlar
[1] binbiralan.com/gonul-dagi-dizisi-ve-gunesi-toplayan-adamin-hikayesi/
[2] Buhari, Edeb, 18; Müslim, Tevbe, 22.