İlimle başlamıştı bütün hikâyemiz. Allah isimleri bildirecekti Hazreti Âdem’e (aleyhisselâm). Onu yaratılanların en hayırlıları arasına dâhil edecekti. İleride kâinatı aydınlatan bir ışık kaynağı gibi Efendimizde (sallallâhu aleyhi ve sellem) inkişaf edecek isimler, birer tohum hâlinde insanlığın babasına emanet edilecekti. Âdem ve Havva’nın çocukları, isimleri öğrenmesi ve varlıklar üzerinde tasarruf etme yetkisiyle yeryüzünde Allah’ın halifesi olmanın hakkını verecekti. Bu ilk emanet ve vazife, Hazreti Âdem (aleyhisselâm) ile başlıyordu. Sırasıyla her biri ayrı bir alanda “muallim” olan peygamberlerle de Efendimiz’e kadar gelecekti.
Hazreti Âdem’e henüz ruh üflenmeden melekler onun kan dökmesinden, fesat ve bozgunculuk çıkarmasından korkmuştu. Merak ederek Allah’a sordular. Onu tenzih ederek “Ancak Senin bildirdiğini bilebiliriz.” deyip secde emrine teslim oldular. Şeytan çok bildiğini zannetti ve kibrine yenik düştü. İnatla birleşen bu bilgiçlik onu yaratılanların en şerlisi olmaya itti. Bunların hepsi, her şeyi en iyi bilen Alîm ve Habîr Zat-ı Akdes’in takdiriydi.
Âdemoğlunun hikâyesi de hayır ve şer mücadelesiyle sürüp gidiyordu. Birinin vazifesi bilmek ve bildirmekti, diğerinin bahtsızlığı/nankörlüğü bilmemek ve inkâr etmekti.
İnsanlığın ikinci babası Hazreti Nuh (aleyhisselâm), kavmine sürekli tebliğde bulunmuştu. Onlara karşı elçi olarak bildirme vazifesini yapmıştı, ama kavmi fesada kilitlenmişti. Uzun yıllar aralarında yaşamış bu nebiyi dinlemiyorlardı. Tufan gelip çattığında aslında onlar boğulalı çok olmuştu. Dev gibi dalgalardan önce, küfür ve fesat dalgaları onları boğmuştu. Bilemediler. Keşke bilselerdi…
Hazreti İbrahim’in hayatı, bütün nebiler gibi çile çekmekle, zor vazifenin ağırlığıyla geçti. Oğluyla Kâbe’nin temellerini yükseltirken aslında inşa ettiği sadece bir bina değildi. O omuzladığı tebliğ vazifesiyle yüce bir hakikati yükseltiyordu. İlahî bir emir olarak oğlunu kurban etmeye giderken önce kendi nefsini kurban ediyordu. İlahî emirdeki inceliği çok iyi anlamış ve teslim olmuştu. Bu zor imtihanında insanlara lisan-ı hâliyle teslimiyetin kıymetini bildiriyordu. Ancak insanların çoğu yine bilmiyordu. Keşke bilselerdi…
Hazreti Yusuf, hapishaneyi medrese yapan, iffet âbidesi peygamber… Komplo kurarken kardeşleri onun kıymetini, iftira atarken melikin karısı onun iffetini bilmiyordu. Peki ya onu kuyudan çıkarıp ucuza satanlar! Onlar da bilmiyordu. Keşke bilselerdi…
Hazreti Musa (aleyhisselâm) kavmiyle Kızıldeniz’e kadar gelmişti. Her devirdeki gibi zorba bir sistemin temsilcileri arkalardaydı. Onlar zaten bilmiyordu. Ama ya bu ulü’l-azm peygamberin yanındakiler? Bir kısmı, “İşte önümüzde deniz, kapana kısıldık.” diyordu. Hazreti Musa yardımı ne denizden ne asâdan istemişti. O yardım istenecek kapıyı en iyi bilenlerdendi. Ya yanındakiler? Maddî sebeplere takılıp kalmışlardı. Keşke bilselerdi…
Asırlar sonra bir kesim, melik bir peygamber beklentisi içinde bulunuyordu. Basit bir marangoz -hâşâ- nasıl peygamber olabilirdi. Onu küçümsüyor, değerini bilmiyorlardı. Bir kesim de haddi aşmış, onu -hâşâ- ilah olarak görmüştü. Hazreti İsa (aleyhisselâm) da “bilmemeye” kurban gidiyordu. Keşke bilselerdi…
Peki ya son peygamber, mahzun nebi, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem)? O zaten kendi diliyle bu hakikati açıkça dile getiriyordu. Taif’te taşlanmış, Mekke’den çıkmak zorunda bırakılmış, Uhut’ta dişi kırılmıştı. Miğferinden kanlar akarken şefkat çağlayanı da dökülmeye başlamış ve insanların helak olmaması için hemen duaya başlamıştı. Ümmetine çok düşkün, çok şefkatli nebi, yine ona yakışır bir şekilde, “Allahım, kavmimi affet, onlar bilmiyorlar.” diyordu. Keşke bilselerdi…
Zaman değişiyor, dairevî bir şekilde ilerliyor, ama yol değişmiyordu. Bu yolu iyi bilen, “yolun kaderi” diyordu. Peygamberlerin ve velilerin mübarek omuzlarındaki bu vazife, âhir zamanda hamelelerini arıyordu. Onu yüklenenler, önceki devirleri hatıra getiren zorluklarla karşı karşıyaydı. Son asırlarda gemi azıya almış zulüm cephesi de bilmiyordu. Gaflet ve bedbahtlık içinde zulümlerine ve iftiralarına devam ediyordu. Kin ve haset gözlerine perde çekiyordu. Mazlum ve mağdurlara düşen, her şeye rağmen yeni metotlarla vazifelerini yapmaya devam etmek, bilmek ve bildirmekti. İlim ve irfandan mahrumiyetin, kibir, haset ve inadın doğurduğu karanlıklar, ancak marifet kandilleriyle aydınlatılabilirdi.