Giden midir en çok hasret çeken, yoksa geride kalan mı? Önce kim kalbini sevdiklerinin avucuna bırakır? Giden, arkasına dönüp son kez bakarken mi, yoksa uğurlayan son kez el sallarken mi? En çok sıla hasreti çekenin mi kalbi dağlanır, yoksa “Gurbette evladım var.” diyen annenin mi? Zaman en çok kimin için durur? Zamana inat, ümidini yitirmemek asıl mesele… Ya tevekkül ve teslimiyet… İnsanın hasretine en güzel ilaç değil midir teslimiyet içindeki sabır? Sabretmenin en güzel hâli ise dualı dudaklar. Duadır zaman ve mekânı aşan…
Hasret çekenler ile hasreti çekilenler arasında bir fark varsa o da şu olsa gerektir: Hasret çekenler, gurbetteki bir yakınına hasret. Ya gurbette sıla hasreti çekenler?
Sadece annesini, babasını ve kardeşlerini mi özler? Vatan toprağını, toprağının kokusunu, ezan sesini, teravih için camilere koşuşturmayı, saf saf olup namaza durmayı… Boğaz havasına karışan martı seslerini, Galata’yı, Sarayburnu’nu, simit ve çay ikilisini, Eminönü’nde balık ekmek yemeyi… Anne elinin lezzetini, komşularla ikindi çayı içmeyi… Şehirler arası yolculuk yapmayı, sabah sessizliğinde yürüdüğü memleket sokaklarını…Türkçeyi, kendini rahatça ifade edebilmeyi… Kına gecelerini, bayram sabahlarını, dört mevsimi doyasıya yaşamayı…
Herkesi, her şeyi, yaşanmışlıkları, yarım kalmışlıkları… Hele ki sevdası, hayat tarzı olan öğretmenliği, öğrencilerini… Özler ve hasret çeker… Hasret, insanı bazen lâl eder; bazen de yürek dolar, gözyaşı olur, kalemden taşar.
Özlem ile hasret eş anlamlı olsa da aralarında bazı nüanslar vardır: “Seni özledim!” dersiniz de “Sana hasret kaldım!” diyemezsiniz… Özleminizden burun kemikleriniz sızlar, hasretinizden ciğeriniz yanar… Birini küçük, diğerini büyük harflerle yazarsınız haykırırcasına… “Ben de seni çok özledim annem!” dersiniz de “Hasretim, o yanaklarını öpmeye annem!” diyemezsiniz… Diyemezsiniz, çünkü bilirsiniz ki telefon kapanınca bir saat ağlayacak o ana… “Bayrama görüşürüz, yaz tatiline az kaldı.” gibi teselli cümleleriniz vardır. Nihayetinde çok özlerseniz; gider, görür, gelirsiniz iki gün de olsa… Ama hasretin kavuşma vakti yoktur. Vakit veremezsiniz vuslata dair… Sessiz çığlıklar atarsınız kulaklarınızı sağır eden… Teselliyi bir tek avuç içlerinizde bulursunuz… Âmini olur gözyaşlarınız, dualarınızın… Yine de şükredersiniz hâlinize, Allah kötü ayrılık vermesin diye… Aynı şehirde olup birbirini göremeyenleri, aynı ülkede olup da kavuşamayanları duydukça hasretinizi söylemeye utanırsınız!
Güzel Türkçemizde iki deyim vardır ya hani duygularımızı dile getirirken söylediğimiz;
Özlem duymak ve hasret çekmek…
Özlemek bir histir, giderilebilir…
Hasret ise katlanılan, sabredilmesi gereken, acı veren bir bekleyiş gibi… Zamansız ve mekânsız…
Sanki özlediğiniz kişi ya da mekânlara kavuşursunuz da hasret çektiğiniz insana kavuşmanız çok zordur, zira vefat etmiştir ya da kaybolmuştur. Öyle çaresiz bir bekleyiş…
Değerleriniz vardır hasretinizi anlamlı kılan.
O değerlerdir hasreti katlanılabilir yapan. Sonsuz bir mükafat için sonlu bir hasret çekmeyi göze aldıran… Bunu göze alanlar kadere rıza gösterip kederden emin olanlardır…
Özlem ve Hasret…
Ne garip, ikisi de kız ismi… Kız çocuklarımız gibi nahif… İnsan isminin anlamını kaderinde yaşar derler. Sahi öyle midir? İnsan ismiyle müsemma mıdır?
Özlem ve hasretin şarkısı, şiiri ve türküsü bile bir başkadır ve birbirinden farklıdır…
Okursunuz, dinlersiniz, bağıra çağıra söylersiniz, ezberlersiniz, tekrar tekrar açıp dinlersiniz, acınızı hafifletmek için “Bak ne güzel türkü, sen de dinle!” diye sevdiklerinizle paylaşırsınız. Hatta ağlayıp rahatlamak için özellikle çalarsınız. En acıklı türküyü arayıp bulursunuz da sanki acınıza derman oluverir…
“Sesine özlem, sana hasret.” demiş ya Cemal Süreya… Ne güzel demiş…
Hatta “Gurbet ademden kara, hasret ölümden acı.” demiş Faruk Nafiz Çamlıbel. Ha ölmüşsün ha hasret çeken olmuşsun der gibi…
İyi ki gökyüzü var, güneş, ay ve yıldızlar… Özlemini duyup hasretini çektiklerimiz ile aynı anda nazar ederiz ufka ve umudun rengi olana…
Vesselam…