Öğretmenler odasının kapısında birkaç öğrenci belirdi. Aralarında sessiz sessiz konuşuyorlardı. Mete, dersten çıkıp öğretmenler odasına girmek üzere olan bir öğretmene gayet nazik bir eda ile;
“Hocam affedersiniz, Fatih Hoca içerde ise…” dedi.
Öğretmen, tatlı bir tebessümle Mete’nin sözünü kesti:
“Tamam, Mete, söylerim.”
Mete bundan memnun olmuştu. Çünkü zaten nezaketinden cümlenin devamını nasıl getireceğini bilememişti.
Mete, Fatih Hoca’yı görünce biraz duraksadı. Aslında karar vermişti, söyleyecekti.
Fatih Hoca:
“Buyurun çocuklar, ne diyecektiniz?”
Mete bir adım öne çıkarak,
“Hocam, sınıfta bana Ahmet diye hitap etmeseniz. Ben Mete ismimi kullanıyorum da.”
Fatih Hoca biraz şaşırmış olmakla birlikte hiç tereddüt etmeden,
“Olur evladım. Hiç sorun değil. Bu tamamen senin seçimin. Başka bir şey var mı?”
“Yok hocam, bunu söylemek için gelmiştim.”
“Seni üzdüysem hakkını helal et. Belki sana sormalıydım, hangi ismini kullanıyorsun diye. Hadi bakalım, derste görüşürüz Mete.”
Fatih Hoca öğretmenler odasına girdi. Düşünceli idi. Az önce onu çağıran öğretmenin dikkatinden kaçmadı bu durum:
“Hayırdır Fatih Hocam, bir sorun mu var?”
“Nasıl desem? Sanki var gibi. Bizim Ahmet Mete. Ben derslerde Ahmet ismi ile hitap ediyordum ona, ama o, Mete ismini kullanıyormuş. Ahmet ismi ile hitap etmemden rahatsız olmuş. Ben de üzüldüm buna.”
“Mete gerçekten çok titiz bir öğrencidir. Hem çalışkan hem de saygılıdır. İyi bir aile eğitimi almış. Ailesini tanırım. Size kırılmaz, merak etmeyin.”
“İnşallah öyle olur. Neyse, ben yine gönlünü alırım.”
Fatih Hoca okuldan çıkarken hala Mete’yi düşünüyordu. Öğretmenliğinin ilk yılları idi. Heyecan ve aşk dolu bir öğretmendi. Öğrencilerine inandığı ve gelecek adına çok önemli gördüğü hakikatleri aktarma ideali ile yaşıyordu. Onun için dersle teneffüsün pek farkı yoktu. Derste anlatması gerekenleri anlatıyordu zaten. Ama teneffüslerde veya boş derslerde öğrenciler ile hasbihal etmek daha çok hoşuna gidiyordu. Daha samimi oluyorlardı o zaman.
Hele Ahmet Mete… Ne kadar zeki ve içten bir duruşu vardı. Okul birincisi olmaya adaydı daha o zamanlardan. Bütün derslerden yüksek not alırdı. Bir defasında İngilizceden bir puan eksik almıştı da sınıfta hıçkırıklara boğulmuştu. Fatih Hoca nasıl etkilenmişti onun bu hâlinden. Hemen yanına gidip teskin etmişti onu. Mantıklı sözlerden çok çabuk etkileniyordu Ahmet Mete. Fatih Hoca, “Bak evladım, Ahmet’im; bunun senin için ne kadar önemli olduğunu biliyorum. Sen zaten başarılı bir öğrencisin. Yani küçük bir hata yapmışsın. O kadar. Etrafına bak bir de. Onlar ne kadar hata yapmışlar. Bir daha eminim kusursuz bir not alacaksın. Haydi, bir yüzünü yıka da gel. Sen gelince derse başlayacağız.” deyince kendine gelmiş ve hemen lavabonun yolunu tutmuştu.
Fatih Hoca yol boyunca düşündü durdu. Öğrencisinin “Ahmet” ismini kullanmak istemiyor olmasını bir türlü içine sindiremiyordu. Bir yandan da kendine kızıyordu. “Nasıl fark etmedim ki? Çocuk Mete ismini kullanıyor, arkadaşları da ona Mete diyor. Ben de inatla Ahmet dedim durdum. Şimdi bana karşı tavır alırsa dersime ve anlattıklarıma da tavır alır. Ben bu sorumluluğu taşıyamam Allahım. Daha ilk yıllarımda yaptığım ne büyük hata bu! Peki bu çocuk, Ahmet ismini neden kullanmak istemez?”
Fatih Hoca eve bitkin bir halde girdi. Yatağına uzandığında gözünde damla uyku yoktu. Biraz uğraştı uyumak için ama olmadı. O ses kulaklarında çınlayıp duruyordu: “Hocam, bana Ahmet demeseniz.”
Olacak gibi değildi. Kalktı. Abdest tazeleyip iki rekât namaz kıldı. Sonra gözyaşları içinde ellerini kaldırıp kâinatın Sahibine seslendi: “Allahım bana; Ahmet ismini kullanmak istemeyen öğrencime ve diğer öğrencilerimize Efendimizi (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve Kur’ân’ı sevdirmeyi nasip eyle. Efendimizi sevdiğini görmeden benim canımı alma Allahım.”
Ne kadar dua ettiğinin farkında bile değildi Fatih Hoca. Ellerini indirdiğinde sabah ezanı okunuyordu.
Fatih Hoca artık Mete diyordu öğrencisine. Kısa sürede gönlünü de almıştı çeşitli iltifatlara, ama aklındaki çetin soru ızdırap vermeye devam ediyordu ruhuna: “Mete, neden Ahmet ismini kullanmak istemez?”
Aradan dört ay geçmişti. Yine 7A sınıfına dersi vardı Fatih Hoca’nın. Konu “İlk Vahiy” idi. Anlattı Fatih Hoca şevkle. Gözleri doluyor, sesi titriyordu. Son Nebi’yi anlatıyordu. Hira Nur dağından ve Hira mağarasından bahsediyordu. Son Nebi’nin neden Hira mağarasında olduğundan bahsediyordu. Cebrail’den bahsediyordu. “Oku!” diyordu bir ses. “Oku!” Bu ne müthiş bir olaydı. İlk âyetler, okumaktan, yazmaktan, kalemden, yaratılıştan bahsediyordu. Fatih Hoca bütün öğrencilerini süzmeye gayret ediyordu anlatırken. Öğrencilerin gözlerindeki derinliği görebiliyordu. Hele Mete’nin bakışlarından belirgin bir etkilenme hissediyordu.
Ders bittiğinde bütün öğrenciler, “Daha anlatın.” der gibi sessizce bekliyorlardı. Zilin sesini duymamışlardı sanki.
Fatih Hoca kapıdan çıkarken Allah’a hamd duyguları içinde idi. “Senin adına iyi bir şey yaptıysam ne mutlu bana.” diyordu.
Ertesi gün Fatih Hoca için önemli bir sürpriz olacaktı. Sabahleyin okuldan içeri girdi. Daha öğretmenler odasına girmemişti. Dört ay önceki öğrenciler karşısına geçtiler Fatih Hoca’nın. Mete az geride idi. Fatih Hoca bir anda endişelendi. Mete yine olumsuz bir şey mi diyecekti? Yine onu üzecek bir şey mi demişti? Fatih Hoca bir iki saniye içinde böyle düşünürken öğrencinin biri atıldı:
“Hocam, Mete sizinle konuşmak istiyor.”
“Tabi evladım, olur. Buyur Meteciğim. Seni dinliyorum.”
Mete az öne çıktı, ama konuşamıyordu. Daha “Hocam!” diyecekti ki gözlerinden Fatih Hoca’yı hayrete düşüren damlalar dökülmeye başladı.
“Mete, hayırdır? Ne oldu? Hele bir sakinleş de anlat bana.”
Mete derin bir nefes aldıktan sonra ağlamaklı bir sesle,
“Hocam, benim adım Ahmet, benim adım Ahmet! Ben Ahmet’im.” dedi.
Fatih Hoca sükûnetini muhafaza ederek,
“Tamam, Ahmet’im. Senin ismin zaten Ahmet, ama ne oldu, anlatır mısın?”
“Hocam dünkü derste anlattıklarınız beni çok etkilemişti. Gün boyu o olaylar aklımdan çıkmadı. Yatağa girdiğimde hâlâ o olayları düşünüyordum. Rüyamda Nur dağını gördüm. Nur dağının eteklerinden Hira mağarasına kadar çakıl taşları büyüklüğünde altınlar, elmaslar ve pırlantalar vardı. Hepsinin üzerlerinde sahabîlerin isimleri yazılıydı. Hira mağarasına çıkmak istiyordum, ama taşlara basmak istemediğim için çıkacak bir yol bulamıyordum. Mağaranın içinden yayılan ışık, her yeri aydınlatıyordu. Bütün dünyayı, bütün evreni… Efendimizin orada olduğunu biliyordum. Bir ses, “Bu ışık, onun ışığı.” dedi. Ben de “Onu görmek istiyorum.” dedim. “Olmaz, sen onun ismini kullanmak istemedin.” dedi. Ben de “Çok pişmanım, o bir yanlışlıktı.” Dedim, ama yine “Olmaz, sana müsaade yok.” denildi.
Aradan 10 yıl geçmişti. Fatih Hoca yine dersten çıkmış eve gidiyordu. Telefonu çaldı. Baktı, Türkiye dışından bir numara. Cevap tuşuna dokundu.
“Hocam, ben Ahmet. Hatırladınız mı? Hani…”