Yüksek, beşgen bir kubbe, altında kocaman bir akrep ve yelkovan. Sırlı bir mekanizmayla aralıksız ilerleyen ibreler.
Ortalarında ben.
Ne zaman başlamışlar hareketlerine, ne zaman duracaklar, bilemiyorum. Durdurmam imkânsız; ben de onların akışına uyup bu düzen içinde yerimi alıyorum. Takılıyorum akrebin peşine, bu saatin ufuklarına açılıyorum.
Saatin beş köşesinin her biri ayrı bir boyut, her adımımda derinleşiyor etrafımdaki dünya, değişiyor bakışımın değdiği yerler. İlk köşe ıssız bir karanlık. Yalnız yıldızlar ve ay rehber oluyor bana, ama etrafımda bir tazelik var; ilkbahardaki toprak kokusuna, tohumların başlarını uzatmasına benzer bir tazelik. Havada bir masumiyet, saflık… Ben bu köşeye sıkışmış dünyayı izlerken ayın parlaklığı altında minik, parlak bir silüet beliriyor. Kıvrılıyor anne karnında bir bebek gibi. O figüre yaklaştığımda ilerliyor akrep ve gecenin karanlığı çekilmeye, koyu yalnızlığı azalmaya başlıyor.
Akreple ikinci köşeye ulaştığımızda, etrafım güneşin parlak sıcaklığıyla aydınlanmış, havayı heyecanlı bir meşguliyet sarmış. Görüyorum bu boyutun Cennet bahçesi gibi güzelliğini, yeşillenmiş ağaçlarda asılı meyveleri ve onları sulayan yağmuru. O ufak silüet de büyüyor, gelişiyor, ayaklanıp bu hareketliliğe karışıyor. Bu manzaranın ortasında fark ediyorum bu kusursuz düzenin azametini.
Derken akrep tekrar sürüklüyor beni. Bu üçüncü boyuta girdiğimde ilk fark ettiğim şey, içimi kaplayan bir burukluk oluyor. Anneme yeni veda etmişim gibi tatlı bir üzüntü. Çevrem de bunu yansıtırcasına ya da sebep olurcasına sessiz. Az önce her tarafı parlatan o büyük güneş batıyor ufukta son altın ışıklar eşliğinde. İhtişamlı bir gösteri sunuyor veda ederken. Ama benim ilgimi çeken yeşilden turuncuya dönen yapraklar. Sararıp kırılıyorlar. Düşüyorlar bağlandıkları dallardan… Dağılıp toza karışıyorlar. Köşedeki silüet de bu ayrılıklardan yorulmuş gibi ellerini beline dayıyor, batan güneşi seyre dalıyor.
Akrebin hareketiyle kendimi birden dördüncü köşede buluyorum ve az önceki burukluk hissi kendini iyice hissettiriyor. Ilık rüzgârlar yerini soğuğa bırakmış. Ağaçlar çıplak, topraklar kuru kalmış. İçim üşüyor kararan gökyüzüne bakarken, kısa bir süre gördüğüm o Cennet bahçesine özlem duyuyorum derinden. O figüre dönüyorum; bu sefer eğilmiş, boynu bükük. Hassaslık üzerine şal gibi serilmiş.
Son köşe. Yine karanlık gözümün alabildiği her yer. Ama bu sefer tüm mekânı kaplayan bembeyaz bir örtü var. Ayın ışığını emip onunla parlıyor bu beyazlık, yansıyor silüetin üzerine. Silüet yere çökmüş. Güçsüz, takatsiz, soğuğa karşı koyamamış, artık sona ulaşmış. Beni etkiliyor onun hüznü. Bu rüzgârlar arasında zor ayakta duruyorum. Her bir köşesinde ayrı dünyalara yolculuk ettiğim bu kubbenin son durağına gelmek, beni hüzne boğuyor.
Tam o sırada akrep yine hareket ediyor. Şaşırıyorum. Hayretle izliyorum beyaz örtünün eriyip çekilmesini, soğuğun dinip zifirî karanlığın durulmasını. Fark ediyorum ki ilk köşeye geri gelmişim. Öyle derin bir saadet ve şükür hissediyorum ki gözlerim doluyor. Az önce silüetin çöktüğü yere bakıyorum. Yine huzur içinde kıvrılmış görüyorum onu. Yıldızların ışığıyla besleniyor gibi sakin ve dingin.
Bu düzenin Sahibine yöneliyorum gözlerim hâlâ silüetteyken, o azametli saltanatın sonsuz kudretine. Böyle izzetli bir düzen kurup beni bir şahit ve seyirci olarak yerleştirmesini düşünüyorum. Rahmet ve muhabbetle beni kuşatan Rububiyetine sığınmak istiyorum.
Bu sefer güneş tekrar yükselip uyandırırken o parlak silüeti, görmem gerekene odaklanıyorum. Bu beşgen kubbeden sonuna kadar istifade edebilmek için dikkatle seyrediyorum etrafımı.