Parkın içinden geçerken, sabah güneşinin ağaç ve çiçeklerle oynaştığını fark etti. Yoksa veda zamanı mı gelmişti? Birkaç saat sonra ameliyata girecekti. Sindire sindire bir kez daha seyretti etrafını. Hayat gerçekten güzeldi.
Doktorla buluşup hastaneye gittiler. İlk defa ameliyat olmanın tedirginliğiyle etrafına bakmıyordu. Kendisine verilen sade ve temiz hasta elbiselerini giyerken kefen aklına geldi. Demek sadelikte uhreviyet vardı. Cafcafa ve tantana, dünya ehline ölümü ve âhireti unutturan gaflet neonları değil miydi?
Kendisini bir masaya yatırdılar. Rutinleşmiş işlerini yapan narkoz uzmanı ve hasta bakıcılara nedense pek ısınamamıştı. Ameliyathanenin kapısında, sigara içerek kendisini karşılamaları, ağızlarından hayırlı birkaç kelime bile çıkmaması, ortamın estetikten uzak tefrişi; ışıktan çok karanlığı ve ümitten çok karamsarlığı hatırlatıyordu. Yolda, otobüste, çarşıda, pazarda olduğu gibi kendisini garip hissetti.
Narkoz verildikten birkaç saniye sonra bayılmıştı… Üzerinde müthiş bir ağırlık hissederek uyandı. Hayret, her şey ne kadar da çabuk olup bitmişti. Kendisini yeniden doğmuş gibi hissetti. Yoğun bakım odasında yavaş yavaş kendine gelirken, etrafındaki birkaç hastanın iniltiler içinde yalvardıklarını fark etti. Bir tanesi: “Allahım, dayanamıyorum. Ne olur yardım et Allahım”, bir diğeri: “Tanrım, Tanrım, çok ağrıyor” diye inliyordu. İnsanın aciz olduğunu hissetmesi için mutlaka böyle dertlere maruz kalması mı gerekiyordu yoksa? Dert içindeyken O’nun kapısını çalıp zevk içindeyken O’na şükretmemek insana mahsus bir garabet diye düşündü.
İşte maddî bir hastalıktan kurtulmuştu. Cerrahın neşteri dertlerini kesip atmıştı. Keşke manevî hastalıklarımı, dertlerimi, yaralarımı iyileştirecek hekimler, günah tümörlerimi kesip atacak nuranî cerrahlar olsaydı diye içinden geçirdi.
Taburcu olduktan sonra eve gitti. Bir süredir yalnızdı. Daha birkaç hafta önce ninesinin ölüm haberini almıştı. Seher vakitlerinde, namazdan sonra, göçüp giden akrabalarının isimlerini birer birer sayıp onlara dua eden, samimî gözyaşlarıyla yalvarıp yakaran ninesini bu dünyada bir daha göremeyecek, bayramlarda elini öpemeyecekti.
Sevdiklerinin teker teker kendisini terk edeceğini düşündü. Yalnızlık, gerçek Dost’un yakınlığını hissetmek için birebirdi. Eş dost, akrabalar, arkadaşlar insana teselli veriyor, ama bu arada ülfet ve ünsiyet de aşılıyordu. Belki de bunun için ara sıra da olsa inzivaya çekilmek bir ihtiyaçtı. Belki de bu yüzden zamanın çilekeşi, ünsten tevahhuş edip vuhuşa ünsiyet eder, dağlara çekilip kalbinin en ince hatıralarına nigâhbân olan Rahim Rabbiyle baş başa kalırdı.
Hem sevdiklerinin hem de kendisinin ömrü kısaydı. Ya onlar veya o ayrılacaktı. Geçenlerde aynaya bakarken saçında gördüğü birkaç beyaz kılı hatırladı. İhtiyarlık ve ölüm… Hayret, kendisini genç değil, hâlâ çocuk gibi hissederken bu beyaz kıllar da nereden çıkmıştı? Kitaplarda ve filmlerde anlatılan ihtiyarlık ve ölüm gerçeğini okumak, dinlemek, seyretmek ve bizzat tecrübe etmek başka başka şeylerdi. Demek bazı hakikatleri idrak etmek için zamanın geçmesi gerekliydi. Kim ne kadar güzel anlatırsa anlatsın ancak yaşayan anlayabiliyordu.
His fırtınasına yakalanıp bir o yana, bir bu yana sürüklenirken, bazen kendisini çok uzakta, bazen O’nu çok yakınında hissederken ve senelerdir inandıklarına niçin inandığına, söylediklerini niçin söylediğine, yaşadıklarını niçin yaşadığına dair zihninde yepyeni pencereler açılırken, bir sohbet esnasında şu satırlar gözüne ilişti: “Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. Ferâiz-i İlâhiye ise hafiftir, azdır. Allah’a abd ve asker olmak öyle lezzetli bir şereftir ki, tarif edilmez. Vazife ise, yalnız bir asker gibi, Allah namına işlemeli, başlamalı. Ve Allah hesabıyla vermeli ve almalı. Ve izni ve kanunu dairesinde hareket etmeli, sükûnet bulmalı. Kusur etse, istiğfar etmeli.”
Zihnî, ruhî ve kalbî sükûnet… Daire dışına çıkmamanın verdiği huzurla yudum yudum hissedilen sükûnet… Kim bilir nice insan bu sükûnetin peşinde. Haramdan bıkan, günahlara baş kaldırmak isteyen, ama destek arayan, bulamayınca efkârlanan ve tekrar günahlara dalan nice insan.
Yine yalnız kalmıştı. Fotoğraf albümünü alıp hatıralara daldı. Sergüzeşt-i hayatı yılların yapraklarıyla kaplıydı. Bebeklik fotoğrafına bakıp iç geçirdi. Sayfaları çevirdikçe masumiyeti koruyamamanın pişmanlığı artıyordu. Bu kadar günah, bu kadar manevî yara nasıl temizlenirdi?
Eli kolu bağlı olduğunu hissedince dua kitabıyla buluşurdu. Açıp okumaya başladı. Daha birkaç cümle okumuştu ki dayanamadı, sarsıldı ve doyasıya ağladı. Hani ameliyattan sonra içinden geçirmişti ya: “Keşke manevî hastalıklarımı, dertlerimi ve yaralarımı iyileştirecek Şafi’den (celle celâluhu) diplomalı, nuranî bir hekim olsa.” İşte o hekim bir adım ötedeydi sanki: “Ya Rab! Efendimiz Hazreti Muhammed’e salat ve selam eyle. O, kalblerin dermanı ve devası, bedenlerin afiyeti ve şifası, gözlerin nuru ve ziyasıdır.”
Not: Bu hikâye, Sızıntı dergisinin Ocak 1996 tarihli sayısında yayımlanmıştır.