Kokuların üzerimizdeki etkisi nedir? İnsanı zamanda yolculuğa çıkaracak kadar etkili midir? Gözlerimizi yumduğumuzda önümüzde beliren görüntü, kokunun ruhumuzdaki raksının eseri midir?
Bir limon çiçeği kokusu götürdü beni çocukluğuma. Sırladığım anılarım arasında koyuldum yolculuğa. Seyre daldım yaşanmışlıkların sıcacık kollarında.
Limon çiçeği deyince zihnim, beni çocukluğuma götürüp yengemin evinde misafir etti. Yengemin itinayla yetiştirdiği limon ağacı, kapı açılır açılmaz beni eve âdeta buyur etti. Kokusuyla selam verip görünüşüyle nazenin endamını sergiledi. Evin en alımlısı da en buluttan nem kapanı da o idi. Erken hasatta gönlü kırılır, sulu yapısından ödün verirdi. Bu yüzdendi herkesten ihtimam bekleyişi. Birlik beraberliği de pek severdi. Duruşuyla “Ben de buradayım!” derdi. O da bir yıllık bekleyişin nihayetinde neşretmeliydi sapsarı meyvelerini. O da boy göstermeliydi, bayramlıklarıyla koşuşturup etrafa gülücük saçan her çocuk gibi. İlkbaharda çiçekleriyle yıla merhaba diyen bünyesi, bayrama kadar yemyeşil yapraklarıyla ve birkaç limonla bezenirdi. Bu da onun güzide bayramlığı idi. Yıl boyunca bünyesinde sırladığı hikmetleri neşrederdi kutlu zaman dilimlerinde.
Hemen her Ramazan Bayramı’nda ailenin bir ferdinin evinde toplanılırdı. Ne zaman ki sıra yengemlere gelirdi, o zaman dupduru bir neşe kaplardı içimizi. Elbette ki hatırı sayılır bir payı vardı bizim limon ağacının, o da bizdendi zira. Herkesin kendinden bir şey kattığı bayram sabahına, o da kokusu ve lezzeti ile eşlik ederdi. Nakkaş-ı Zülcelâl’in, tefekküre teşvik eden kusursuz bir eseri idi. Bayram birlikteliklerinin de vazgeçilmeziydi hâliyle. Bir ay boyunca edilen tefekkürü katbekat katlardı, zeytine damlatılan her bir damlanın vesilesiyle. Taçlandırırdı gufranla tüllenen o mübarek ayı. İlmek ilmek işlerdi gönüllerimize şükrün en güzel hâlini.
Burnuma gelen buram buram limon çiçeği kokusu, Ramazan’ın yaklaşmasından olsa gerek. Eski Ramazanları hatırladıkça burnum sızlıyor. Özlemin içimde uyandırdığı his bir yana, hatırladıkça hatırlayasım geliyor. Günlerden arefe, dilimde kesin bir vaat: “Ben sahura kadar uyumayacağım, göreceksiniz!” Daha bir saat geçmeden mışıl mışıl uyuyan o çocuk beliriyor ansızın.
Sahur vakti yaklaşırken binanın etrafından yükselen davul sesi hâlâ kulağımda çınlıyor. Sesi duyar duymaz, annem daha odama gelmeden kendiliğimden uyanmış olmanın sevinci yüzümde yerini alıyor. Yataktan doğrulup pencereme merakla uzanıyorum. Davulcu amcayı görebilmenin umudu ile bakınıyorum. Göremeyince yine bir umut, koşa koşa terasa çıkıyorum. Korkuluğun ardından davulcu amcayı görüp mânisini işittikçe çocuk ruhum yerinde duramıyor. Mutfağa geçince öğreniyorum amcamların bize sahura geleceğini. Yepyeni bir heyecan kaplıyor bu sefer içimi. Acele adımlarla karşı dairedeki amcamların kapısında bitiyorum. Uyandıklarından emin olunca bu sefer de alt dairedeki amcamların evinde alıyorum soluğu. Herkes toplanmaya başladı derken amca çocukları olarak biz de vazifesiz kalmıyoruz. Görev dağılımından nasibimize yufka ıslatma düşüyor. Nihayet sofra hazır! Bir yandan sohbet ediyor, diğer yandan önümüzdeki yufkaları doldurup özenle sarmaya koyuluyoruz. Sohbeti fazla kaçırmış olacağız ki telaşla saate bakıyoruz. Bir “Oh!” sesi yükseliyor hep bir ağızdan. Sürahinin başına üşüşüyoruz bu sefer de son damlaları yudumlamak için. Bu arada bir çağrı işitiyoruz dört bir yandan. Minarelerden o hoş seda yükseliyor: “Allahu ekber.”