Ayakkabılarımın bağcıklarının açık olması, yürürken rahatsız etse de adımlarımı atmaya devam ediyorum. Yürüdüğüm sokakta kahkahalara bürünenler dışında hiç kimseyi duymuyor, görmüyorum sanki. Kendi mutlu anılarım hiç olmamışçasına göz dikiyorum mutluluklarına. Birkaç saniye süren bakışlarımı çekiyorum ve devam ediyorum, nereye gittiğimi bilmeden yoluma.
Niçin acele ettiğimi bilmeden daha da hızlandırıyorum adımlarımı. Kaçmaya çalışıyorum bir şeyden, neden olduğunu bilmeksizin. İplikler karmakarışık, birbirine düğümlenmiş hâlde kafamın içinde. Kaçıyorum onları çözmekten de.
Evden niye çıktığımı bile unutuyor ve hâlâ yürüyorum. Nereye gittiğimi bilmediğimi sansam da bakışlarım, yamuk döşenmiş tanıdık taşlara değince, anlıyorum deli divane yürümediğimi.
Mayın tarlasına girmişim gibi yavaşlıyor adımlarım, bununla birlikte zihnimdeki karmaşık düşünceler de. Nefes nefese kaldığımın da farkına varıyor ve nefesimi düzene sokmaya çalışıyorum. Geliyorum o bankın yanına.
Bakışlarım böylece havalanıyor önümdeki göle doğru. Kalbimin kulağımda atmaya başladığını hissediyorum ve az önce düzene girdiğini sandığım nefeslerim de senkronize oluyor kalb atışlarımla. Biraz daha ayakta kalamayacağımı bilerek, dizlerimi kırıyor ve en ucuna oturuyorum bankın.
Geçmişin acı yüzü ve geleceğin kaygısı; ikisi de halatın bir ucundan tutmuş çekiştiriyorlar beni kendilerine. Ben ortada kalmış, yalpalıyorum. Ne geçmişteki acılarımdan ne de olacakların korkusundan arındırabiliyorum kendimi.
O sırada sol koluma gelen bir dokunuşla irkiliyorum. Gözlerim büyümüş bir şekilde bakıyorum soluma oturan yaşlı adama. “Seslendim birkaç kez, ama öylesine dalmıştınız ki duymadınız sanıyorum, kusuruma bakmayın, korkutmak istemezdim.”
Birkaç saniye şaşkın gözlerle baktıktan sonra, kafamı hafif sağa sola sallayıp kendime geliyorum. “Önemli değil. Bir şey mi soracaktınız?”
Bir süre gözlerime bakıyor cevap vermeden ve sonrasında başlıyor konuşmaya: “Maviliklerle alıp veremediğiniz nedir?”
Aniden gelen bu soruyla afallıyorum. Hayatımda ilk kez gördüğüm bir insanın böyle bir sorusuna nasıl cevap verebilirim diye düşünüyorum, ama dudaklarımı aralayamıyorum.
O da durup beklememden bunu anlamış olacak ki devam ediyor: “Affedersiniz, birden sorunca garip oldu değil mi? Ben kalkayım, iyi günler.”
Tam kalkacakken bir önceki sorusuna cevap veriyorum, “Değerli bir eşyanızı bir gün biri ansızın sizden bir daha geri vermemek üzere alsa, barışabilir miydiniz o insanla?”
Sorusuna soruyla cevap verişim ilk baş şaşırtsa da ne demeye çalıştığımı anlıyor hemen ve hafif bir tebessümle, kalkmaktan vazgeçiyor.
“Tevekküle inanır mısınız?”
Soruya soruyla cevap verme işini bu sefer yaşlı adam alıyor benden. Başımı onaylamamı görünce devam ediyor sözlerine: “Şu katrelerde insanı derinlere batıracak bir güç sergileyen Allah’ın, yine bu katreler vesilesiyle bir insanı gün yüzüne çıkaracak bir gücü vereceğine inanmıyor musunuz o hâlde? Şu maviliklerin de sadece basit bir sebep olduğunu unutuyoruz bazen. Bir noktada “takdir-i İlâhî” demeyi öğrenmeliyiz.”
Yaşlı adamın sözleri karşısında bir süre öylece kalıyorum. “Evet.” diyorum içimden. Ben biliyorum aslında onun dediği her şeyi, ama benim sorunum kabullenmekle ilgili. Derin bir nefes çekiyorum ciğerlerime ve eğik olan başımı kaldırıyorum yerden.
Bir banktayım. Bir ucunda düşüncelere dalmış otururken diğer ucunda cevaplara bilen yaşlı adam oturuyor. İkimiz de seyrediyoruz mavi katreleri sessizce.