Bir hayat yaşıyoruz ki, her şey muamma, her şey iç içe düğüm. Gözlerine mil vurulmuş yığın yığın kalabalıklar, beşikten beri cidarlarına dayanarak emekledikleri bu âleme niçin geldiler? Nedir aradıkları? Boğuk boğuk sızlanışlar ve cihetlerden cihetsizliğe yükselen ritimsiz feryatlar… Cihan bir matemhane, her taraf kasvet örtülü. Bütün yük mazlumun sırtında, zalim kaygusuz ve hayhuyunda. Hayat bu ise ölüme bin rahmet… Et ve kemiğin hatırı için, külçe hâline gelen insanlığı fütursuz seyredenlere lânet!
İnsan bir meçhul… Tahlili çok güç… Yer, içer ve yatar. Acaba o, sadece bu mu? Yoksa gözle görülen âlem, tenteneli perde. O, içlerden içe gaye varlık. Ve her şey ona bağlı yokluğu içinde bir sultan mı?.. Eğer böyle değilse, o ve diğerleri arasında fark ne? Eğer geçmiş zamanın elemlerini taşıyan ve gelecek zamanın endişelerine gebe olan akıl ise; onun bu vadideki ismi: Bela… Ayırıcı vasıf eğer makinanın icadı ve atomun parçalanması ise; canavarların hasreti ile yaşadıkları vahşetin birkaç saniyeciğe sıkıştırılmasından başka ne gösterilebilir. Bu hâli ile insan, emsali için düşman. Hayat, hayata tuzak kuran bir şeytan. İnsan bir örgü, iplerin ucu belirsizlikte. Eller gölge kovalamakta, gözler serap peşinde. Kim taşıdığını tartacak, kim asılmış heyulâsına can verecek? Bunlar soru… Sorular soru içinde…
Sıtma ve karın ağrısından müteessir olan, sivrisinek ve arının ısırmasına karşı korunamayan, haşmeti içinde âciz insanın, bu girift bilmecelere karşı istinat noktası ne olmalı? Kabir kapısında sönen hayat şûlesi mi? Hayır, hayır. Batıp giden, cihan sultanlığı da olsa, gelecek korku ve endişelere karşı merhem olamaz. Öyleyse nedir muhtaç olduğu şey onun? Nedir için için özlediği halde izine tesadüf edemediği cevher? Hayat her cihetiyle onun için serap… Heyhat baştan başa ıstırap. Yollar kıvrım kıvrım ve yokuş; her şey insana tuzak kurmuş, her taraf ona yabancı.
Bir garipsin bu dünyada,
Gülme gülme ağla gönül.
Derdin dahi çoktur senin,
Gülme gülme ağla gönül.
Geldiğin yeri bilmediğin için, gideceğin yeri görmediğin için, gözyaşlarını ceyhun et. O deryada boğul; belki aradığını bulursun. Acaba yollar sana karşı neden bu kadar vefasız? Yok yok. Günah, yolların değil; sen yolunu yitirdin. Kalbine biber ekilip, beynin, cesedine yedirildiği günden beri. Kamışın şekere karıştırılıp şerbetten tecahül edildiği günden beri… Sonra dünyanın taşını, toprağını, demirini senin beline yükleyenler, seni öz cevherinden uzaklaştırıp âdeta maddeleştirdiler. Kalbinin derisini yüzüp ayaklarına çarık ve ayak derilerini de taçlarda sorguç diye kullandılar. Sen yüzüstü emeklemeyi ve ayakların vazifesini ellere gördürmeyi marifet saymaya başladın. Ve en korkuncu bütün hadiselere kendi şahsî dünyandan baktığın için, her şeyi arzularının rengine boyanmış buldun. Nefis, despot duygular dolu bir âsi. Sen onların sevkiyle şehvet dolu kombinezonlar çizen robot boyacı… Orucun demhanede; iftarın meyhanede; bayramın puthanede; iradesiz ve oluşların zebunu zavallı mahlûk oldun. Ama gözlerin önünde solan renkler, yokluğa doğru sürüklendiğinden acılaşan zevkler, uykunu kaçırıp seni hayata geldiğine bin pişman ettiğinden; sence hiçlikten ibaret olan ölüm sonrasını düşünmemek için, içinin ağlamasına rağmen eğlence ve sefahat yerlerinden teselli dilenmeye başladın. Heyhat! O yara çok derin. Yuf sana! Bu derman pek mânâsız…
“Bir geçmiş zamanı beyhude yad etme,
Bir gelecek zaman için botuna feryat etme,
Geçmiş gelecek, bütün bunlar masal hep,
Eğlenmene bak ömrünü berbat etme.”
diyen maddeci şair; senin ruh perişaniyetini istenenin üstünde tasvir edip kalbindeki ebed arzusunu işlemez hâle getirmek istiyor. Ama sen bir madde yığını değilsin; kâinattaki mânâları içinde toplayacak kadar geniş bir istidada sahip kutup varlık ve oluşun çekirdeğisin. Semalar tahtın, Sidre kemerin, Arş sende bir örtü veya sendeki Arş’ın Arşı… Sen şimdi bu ideal ülkeden çok uzaklarda bulunuyorsun. Gözlerini bağlayan başıbozuk kuvvetler, bazınıza düşman olarak silâhı ile tepetaklak kovulmanıza sebep oldular. Şimdi vahşet sahrasında âfâkî zevklerin tesiriyle mahmur ve ıstırap hecelemektesin. Gönlün daraldığı zaman yatar, acılar yüklendiği zaman yer ve içersin. Ah! Bunların bütün dertlere derman olacağını sanmak ne büyük hüsran! Emeller sende sonsuz, elemler tepe tepe omuzlarında. Lezzetlerden mahrum kalış ve ebedî zevkleri elde edemeyiş elemi… Ya gidip de geri gelmeyenlerin, içinde meydana getirdiği burkuntular? Bunları inkâr edebilir misiniz? Gittikleri yere sen de gideceksin ve bir daha geri dönmeyeceksin.
Burası Muş’tur,
Yolu yokuştur.
Giden gelmiyor,
Bilmem ne iştir.
Cihetler içinde duyduğun bu ses, sanki sana cihetsizlikten geliyor. Burası vatan değil. Dünya bir uğrak. Sen burada kimsesiz. Sen burada öksüz ve garipsin. Kendine bir yâr ara ve bu perde perde gurbetten kurtul. Davanın hâlledilmiş şekli iki kelimede: Sen gurbettesin…
Not: Bu yazı, ilk olarak Gurbet dergisinin 1.4.1966 tarihli 9. sayısında neşredilmiştir.