Yeryüzü sessiz, tohumlar toprak altında derin bir uykuda. Çiçekler kendilerinden habersiz; açmak, renk renk olmak ne demek bilmiyorlar. Herkes ve her şey nefesini tutmuş gibi. Güneş ısıtmaz, yıldızlar parlamaz, çiçekler açmaz olmuş. Kâinat, bir istiridye gibi âdeta, açamıyor kapağını; habersiz herkes ve her şey, bağrında sakladığı incisinden. Saatin ne yelkovanı ne de akrebi kovalıyor bir diğerini. Zaman durmuş, canlılar susmuş.
Kendimden geçmiş bir şekilde her yeri dolaşıyorum. Bu sessizliğe bir anlam veremiyorum. Kuşlar ötmesi, dereler çağlaması gerekirken, nedendir bu suskunluk diye düşünüyorum. Sanki her şeyin yeri değişmiş. Ruhu kendisini terk eden bir beden gibi mahlûkat.
Arayışa başlıyor, bir mânâ bulmaya çalışıyorum. Karardıkça kararıyor kâinat ve şu sözleri hatırlıyorum: Karar kararabildiğince, çünkü kararmanın sonu aydınlıktır.
Gözüm kamaşıyor aniden. Bir ışık hüzmesi yansıyor kısıldıkça kısılan gözlerime. Kutsî bir pırıltı gözlerimi kamaştıran, varlığı havadan da yakın bana. Bir anda, göz kırpmasından daha hızlı, nasıl olur da zaman kavramını geride bırakacak kadar derin bir etki oluşturur bu hüzme bende, dünyada ve kâinatta?
Güneşin ışınları ulaşıyor dünyaya; hayata hizmet ediyor hüzmeler. Taşlar yarılıyor, nazenin dalların elleriyle meyveler sunuluyor yeryüzü sofrasının şeref misafirine. Rengarenk çiçekler, menekşe, mercan, fuşya ve niceleri… Kuşların her biri ayrı bir enstrüman, her biri benzersiz bir melodi. Bütün varlık yerini almaya başlıyor. Bulanık resim netleşiyor ve her bir obje yerini buluyor. Bir âhenk müşahede ediliyor. Yapbozun son parçası yerine oturmuşçasına bir düzen bu.
Her an rahmet yağıyor. Vâhidiyetten, ehadiyete bir yolculuk bu lem’a. İnsanı ferşten arşa taşıyan bir burak. Fâniyi bâkîye namzet eden bir nur.
Şenlik ve ışık sarıyor etrafı. Gözlerimi kamaştıran bu ışığa baktıkça, şefkat damla damla akıyor kurumuş gönlümün çöllerine. Ben artık geride bırakıyorum matem dolu bu diyarı. Islatıyor beni rahmet yağmurları.