Uzak bir zamanda, uzak bir coğrafyada çölün rüzgârları Bedir’in aslanlarının zaferini mırıldanıyordu. Allah (celle celâluhu), kazanacakları zafere bir müjde olsun ve bütün endişeleri gidip kalbleri yatışsın diye imdatlarına ehl-i semâvâtdan birbiri ardınca bin melek gönderdi[1] ve Bedir vadisinin toprakları, tarihin kaydettiği en önemli savaşlardan birine şahitlik etti. İslam’ın aziz, küfrün zelil kılındığı Bedir savaşından, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve Müslümanlar şanlı bir zafer ile döndüler. Bedir savaşında yasadıkları ağır mağlubiyet ile sarsılan Ebu Süfyan ve eşi Hind binti Utbe ise, yakınlarını kaybetmenin öfkesi ile yanıp tutuşuyorlardı.[2]
Hicretin üçüncü yılında cereyan eden Bedir galibiyetinin üzerinden tam bir yıl geçmişti. Kureyş müşrikleri, Bedir Savaşı’nda aldıkları ağır mağlubiyetin yaralarını sarmışlar, zorlu bir mücadele için yeni bir orduyla Mekke’den Medine’ye doğru ilerliyorlardı. Bu hamle, İslam’ın yükselişini durdurma isteklerinin bir yansımasıydı. Medine’deki müminler ise, Fahr-i Kâinat Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) liderliğinde birleşmiş; cesurca ve kararlılıkla düşmanın üzerine yürümeye hazırlanıyordu. Kureyş’in diğer kabilelerden aldığı destekle kurduğu, 3000 deve ve 200 attan oluşan süvari birlikli ordunun[3] büyük bir tehdit oluşturduğunun farkındaydılar. Orduyu Ebû Süfyân yönetiyordu ve atlı birliklerin komutasını ise Hâlid ibn Velîd (radıyallâhu anh) üstlenmişti. İman ve küfür bir kez daha karşı karşıya gelecekti.
Gün ağarmak üzereydi. Güneş ışıklarının dokunduğu kum taneleri altın gibi parlıyorlardı. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), savaştan önceki son hutbesinde Ayneyn Tepesi´ne yerleştirdiği okçulara, müşrikleri tamamen bozguna uğrattıklarını ve aralarına kadar girdiklerini görseler dahi yerlerinden kıpırdamamaları gerektiğini tembihlemişti. Ayneyn tepesi Uhud Savaşı’nın kilit noktasıydı. Savaş başladığında bu emrin önemi anlaşıldı. 200 atlıyla birlikte Hâlid ibn Velîd (radıyallâhu anh) sağ tarafı tutmuş; uygun bir anı kolluyor, müminlere arkadan saldırabilmek için bir boşluk arıyordu. Ayneyn Tepesi’nin stratejik önemini fark eden ve Müslümanları arkadan çevirmek suretiyle büyük bir darbe indirmeyi planlayan Hâlid, Mekke ordusunun süvarileriyle oraya yöneldi, ancak tepedeki okçular tarafından üç kez püskürtüldü. Savaşın ilerleyen safhalarında galibiyet rüzgârları esen İslam ordusunun tepedeki saflarında bir gevşeme yaşandı. Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendisinden talimat gelinceye kadar tepeden ayrılmamaları gerektiğini ısrarla söylediği okçular, müşriklerin kaçmaya başladığını görünce zafer kazanıldığını düşünerek Efendimizin ikazını unuttular. Bir grup sahabenin karşı çıkmasına rağmen ganimetin toplanabileceğini düşünerek tepeyi terk ettiler. Kaçan müşriklere aldırış etmeden sabırla bekleyen Hâlid ibn Velîd ve beraberindeki 200 atlı, bu fırsattan istifade ederek tepede kalan bir avuç sahabeyi şehit ettiler. Ardından arka taraftan İslam ordusuna karşı hücuma başladılar. Kaçan müşrikler Hâlid ibn Velid’in bu atağını fark edince bıraktıkları kılıçlarını alarak müminleri iki ateş arasına sıkıştırdılar. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve ashâb-ı kirâm bu hücuma var güçleriyle karşı koydular. Savaşın seyri değişmişti, Müslümanların hızlıca yeniden toparlandığını gören Ebu Süfyan ve müşrikler yenilgiyi göze alamayıp geri çekilerek Uhud vadisini terk ettiler. Nihayetinde bu geçici sarsıntı Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve sahabenin zaferi ile sonuçlanmış oldu.[4] Kureyşliler’in süvari birliğinin liderliğini üstlenen Hâlid ibn Velîd, katıldığı bu savaşta, dikkat çekici askerî zekâsıyla, sabrıyla, uyanıklığıyla ve hızlı kararlarıyla savaşta üstün bir yeteneğe sahip olduğunu gösterdi.
Kazandıkları zaferlerle, yaptıkları siyasi ittifaklarla ve geliştirdikleri ticarî ilişkilerle müminler, söz sahibi olmaya başlamıştı. Artık müşrikler, bu yükselişi savaşla durduramayacaklarını anladılar ve Müslümanlarla Hudeybiye Antlaşması’nı imzaladılar. Ancak Hâlid ibn Velîd, bu antlaşmayı en başından beri istemiyordu. Bu sebeple antlaşma gereği Mekke’de üç gün kalacak olan Müslümanlarla ve Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile karşılaşmak istemediği için Mekke’yi terk edip yanlarında büyüdüğü bedevî ailenin yanına gitti.
Ancak Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Mekke’ye gelince, Hâlid ibn Velîd’i sordu ve ona bir mesaj bıraktı. Hâlid’in kardeşi Velîd ibn Velîd (radıyallâhu anh), Hâlid’e Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) onun hakkındaki müjdesini bir mektupla ulaştırdı. Mektupta şu cümleler vardı: “Hâlid gibi birisi İslâm’dan cahil kalamaz. Eğer o, sinirlenme ve öfke duygusunu Müslümanlarla beraber Müşriklere yöneltse, bu kendisi için daha hayırlı olacaktır. Biz de onu başkasına tercih ederiz.”[5]
Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşısında yer aldığı her savaştan içi buruk dönen Hâlid, bu müjdeyle ruhunda parıldayan bu yeni aydınlığın, kılıcından daha güçlü olduğunu fark etti ve kararını verdi. Yanına Osman ibn Talha’yı (radıyallâhu anh) da alarak yola çıktı. Yolda aynı arzularla yanıp tutuşan Amr ibn Âs (radıyallâhu anh) ile karşılaştılar ve yola birlikte devam ettiler.
Üç arkadaş, Ebû Utbe kuyusuna ulaştıklarında, bir adamın “Ey Rebâh! Ey Rebâh!” diye seslendiğini duydular. Bu kelime Arapçada kazanç anlamına gelmekteydi. Ardından adam, Hâlid ibn Velîd ve Amr ibn Âs’ı kastederek “Bu ikisi de İslam’a girdikten sonra, artık Mekke anahtarlarını teslim etti demektir.” diye mırıldandı. Medine’ye geldiklerinde onları Velîd ibn Velîd karşıladı. Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) onların gelişinden haberdar olduğunu ve çok sevindiğini söyledi.[6]
Uhud’un tohumları boy göstermeye başlamıştı. Mazideki ashâbın, müstakbeldeki ashâba karşı geçici mağlubiyetleri, Hâlid ibn Velîd ve bazı sahabilerin, berk-i süyuf (kılıçların şimşek çakar gibi parıltısı) korkusuyla değil, bârika-i hakikat (hakikatin parıltısı) şevkiyle[7] İslamiyet’e girmelerine vesile oldu. Üç sahabe, Mescid-i Nebevî’de Hazreti Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzurunda kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldular. Hâlid ibn Velîd’in askerî zekâsı, gönündeki iman ve sükûnetle buluştu ve Allah’ın kılıcı olarak İslam saflarındaki yerini aldı.
Namlı komutan Hâlid, henüz İslam’ı kabul edeli üç ay olmuştu ki Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) elçi olarak gönderdiği Hâris ibn Umeyr (radıyallâhu anh), Gassani topraklarında şehit edilmişti. Bu acı olay, doğrudan bir savaş sebebiydi. Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), Haris’e yapılanlara sessiz kalmadı ve 3000 kişilik bir orduyu Mute topraklarına gönderdi. İslam ordusunun karşısında ise 250.000 kişilik bir düşman ordusu yer almaktaydı.[8] Hâlid ibn Velîd, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) emirlerine itaat ederek, komutan olarak değil, sıradan bir asker olarak bu savaşa katıldı. Ancak Ceyşu’l-umerâ (emirler ordusu)[9] adı verilen bu ordunun komutası, üç kumandanının savaş sırasında şehit edilmesiyle boş kaldı. Ardından sahabiler aralarından kumandan olarak Hâlid ibn Velîd’i seçtiler.[10]
Sancak elinde, komutanlık sorumluluğunu üstlenen Hâlid, bir taktik olarak geri çekilmek zorunda kaldı. Yedi ya da dokuz kılıcının parçalandığı[11] bu savaşta Hâlid’in asıl niyeti, Resûl-i Kibriya Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) emanetlerini emin bir şekilde Medine’ye geri götürmekti ve öyle de oldu. Güçlü bir devlet karşısında yedi gün süren bu savaşta sadece on iki kişinin şehit düşmesi, İlahî inayetin İslam ordusunun arkasında olmasıyla izah edilebilirdi. Mute savaşından sonra İslam ordusunun ve Hâlid’in bu zaferi bütün dünyada büyük yankı buldu.
Hâlid ibn Velîd, İslam’ı kabul ettikten sonra hayatının sadece üç yılını Efendiler Efendisi (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile birlikte geçirebildi. Allah’ın elçisinin emri altında, seriye, süvari ve öncü birliklerinin cesur kumandanı olarak görev aldı. Bu mübarek görevlerde, askerî kabiliyetlerini ve gücünü açıkça ortaya koyarak tarihe adını altın harflerle yazdırdı.
Hazreti Ebubekir (radıyallâhu anh) döneminde de askerî faaliyetlerde yer alarak görevine sadık kaldı. Ancak Hazreti Ömer’in (radıyallâhu anh) hilafeti döneminde, Yermük Savaşı’nda zaferler, tamamen Hâlid ibn Velîd’in şahsî yeteneklerine bağlandığı için halife, onu komutanlık görevinden azletti. İbn Kesîr’in kaydettiği rivayete göre, azledildiğini öğrenince, tevazusu ve itaat bilinciyle, “Müminlerin Emiri’nin kararı başımın üzerindedir.” diyerek yeni komutan Ebu Ubeyde ibn Cerrah (radıyallâhu anh) emrinde vazifesini devam ettirdi.[12]
Hâlid, makam ve mevkilerin geçici olduğunun ve halifeye mutlak itaat etmenin şuurundaydı. O, kişisel çıkarlarını bir kenara bırakarak İslam’ın ve müminlerin menfaatini her şeyin üstünde tuttu.
Hâlid, Müslüman olduğu andan itibaren İslâm saflarında bir an dahi durmaksızın koşarak İslâm’ın fetihler tarihinde büyük bir iz bırakmıştır. Kazanılan savaşlardan kendi payına düşen ganimetlere ve zengin bir aileden gelmesine rağmen vefat ettiğinde atından ve kılıcında başka bir şey bırakmamıştır.
Malini, hayatını ve kabiliyetini Allah yolunda vakfeden Hâlid ibn Velîd, Nübüvvet Güneşi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) etrafında parlayan bir yıldızdı. Hazreti Ebû Bekir de (radıyallâhu anh) bunu tasdik eden su ifadeyi kullanmıştır: “Hâlid ibn Velîd gibi bir insan bir daha dünyaya gelmeyecektir.”[13]
Rabbimiz, Hazreti Hâlid ve bütün ashâb-ı kirâmdan razı olsun.
[1] Enfâl, 9/75.
[2] Ümit Kesmez, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Nurlu Hayatı, İstanbul: Muştu Yayınları, 2013, s. 195.
[3] Reşit Haylamaz, Gönül Tahtımızın Eşsiz Sultanı: Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), İstanbul: Muştu Yayınları, 2011, s. 400.
[4] Halil Yaşar, Gönlümüzün Gülü Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), New Jersey: Süreyya Yayınları, 2022, s. 168.
[5] İbn Sa’d, Et-Tabakât, V, s. 29; Köksal, İslam Tarihi, XV, s. 19.
[6] M. Yusuf Kandehlevî, Hayâtüs-Sahâbe, Cilt 1, (Müt. Hüseyin Okur), İstanbul: Semerkand Yayıncılık, 2015, s. 127–134.
[7] Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 38.
[8] İbn Kesîr, El-Bidâye, VI, 416; M. Asım Köksal, İslâm Tarihi, c. XV, İstanbul: Şamil Yayınevi, 1987, s. 57.
[9] Recep Erkocaaslan, “Kur’ân’da İsmi Zikredilen Tek Sahâbî Zeyd b. Hârise’nin Hayatı, Şahsiyeti ve İslâm’a Hizmetleri”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Nisan 2018.
[10] Haylamaz, a.g.e. s. 256.
[11] Bkz.: Buhârî, Megâzî, 44; İbn Ebî Şeybe, El-Musannef, 4/217.
[12] İbn Sa’d, VII, 397.
[13] Taberî, Tarih, s. 538.