Aslında hizmetle olan yolculuğum ilkokul birinci sınıfta, okulumuzun temizlik sorumlularından İsmail abimizin oğlu Ali abinin sınıfımıza girip yanıma oturmasıyla başladı. Hizmeti, hizmet olarak tanımam da, imam hatip birinci sınıfta Rahmetli Şuhutlu Emin abinin sohbetlerine gelip giderek başlamış oldu.
Babam, çocuklarını imam hatip okuluna gönderecek kadar dindardı. Sohbetlere gitmemden, Ali abimi sevmemden ziyadesiyle memnundu. Hatta tatlı bir kıskançlığı da yok değildi. Hani bir iş verecek olsa, tam o günlerde de Ali abi okuduğu üniversiteden tatile gelmiş olsa, ben de “Ali abiyle bir yere gidecektik.” diyecek olsam, “Oğlum, iş var iş!” der ama yine de işe değil, beni Ali abiyle olan programa gönderirdi.
Ortaokul ikinci sınıfa geçerken yatılılığı kazanmıştım. Böylece hizmetle irtibatım daha bir ciddiyete bürünmüştü. Ali abim de zaten benden bir yıl önce benim gideceğim şehirdeki imam hatip okuluna yatılı olarak başlamıştı. Onun da vesilesiyle Nedim Hocamız’la tanışmıştık. Onun evine gidiyor, ders çalışıyor ve enfes pişirilmiş, üzerine de karabiber serpilmiş şehriyeli pirinç pilavını yiyorduk. Nedim Hocamız’ın arkasında kıldığım namazlar, en haz aldığım namazlardandı. Sükunetle, oldukça nahif bir namaz kılışı ve kıldırışı vardı. O zamanlar henüz orta ikinci sınıftaydım ama Nedim Hocamız’ın arkasında kılınan namazlar hâlâ aklımdadır. İşte o yıl Hocamız’ın vaazlarını ve hutbelerini de dinlemeye başlamıştım. Sağ olsun Nedim Hocamız, eve gidip gelmemize bir tahdit koymadığı için, bir iki arkadaşla her fırsatta hafta içi veya hafta sonu abilerin evine gider, çoğunlukla da hutbe ya da vaaz dinlerdik. Evde kalan abilerimizin de sık sık gidip gelmemizden hiç rahatsızlık duyduklarını hissetmezdik. Nedim Hocamız’ın namaz sonrası yaptığı derslerden de çok keyif aldığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Risalelerin yanında, yanlış hatırlamıyorsam, Ölçü veya Yoldaki Işıklar kitabı da elden ele dolaşan, Hocamız’a ait ilk kitaplardandı. Namaz sonrası ya Risale ya da Ölçü veya Yoldaki Işıklar’dan okuduğu pasajlarda, ana hususu ifade eden bir cümleyi okurken gözlerini yumar, o cümleyi dudaklarında tutar, nefesinde tadını emerdi. Bu kesinlikle bir tiyatro değildi.
Ali abi, Emin abi, Nedim Hocam derken, farkında olalım olmayalım, dış dünya her ne ise, ona da çok muttali olmadan hizmet dairesindeydik Allah’ın lütf u keremiyle.
Bu arada babam, yatılı okulumuz iki yüz kilometre kadar uzak yerde olunca oğlunu özlemiş, görmeye gelmişti. Nedim Hocam’la da tanıştırmıştım. Ali abimi zaten seven babam Nedim Hocam’ı da görünce pek rahatlamıştı.
Nedim Hocamız’ın tayini çıkıp göçtüğünde, bir iki yıl sanki boşluk olmuştu ama okulumuza gelen İrfan Hocamız da, Allah razı olsun, elimizden sağlam tutmuştu. Hizmet etmeyi o öğretmişti. Başkası için dertlenmeyi de…
Yazın ya da ara tatillerde köyüme, evime giderdim. Yanımda hep küçük risalelerden, Ölçü veya Yoldaki Işıklar kitabına, sonraki yıllar Düşün, Anla ve Ağla kitabına ve tabii Sızıntı Dergisi’ne; aynı zamanda vaaz ve hutbe kasetlerine varıncaya kadar götürür, en çok da babamla paylaşmak isterdim. Ailecek sofraya otururduk. Ben teybe kaseti koyardım. Bir, iki, üç… Böyle devam edince babam artık kızardı. Yemek vakti yemek yenir, başka zaman da vaaz dinlenir, derdi. Tarlaya çalışmaya giderken de yine kitap ya da Sızıntı Dergisi’nin o ayki sayısını yanımda götürürdüm. Dinlenmek için çay arası verdiğimizde, ben bir yazıyı okumaya çalışırdım. Babam yarı dalga geçer ifadeyle, “Biz çalışmaya geliyoruz, beyefendi kitap okuyacakmış! Kalk git! Al şu anahtarı. Dükkanı aç. Kitap mı okuyacaksın, hocanı mı dinleyeceksin… Dükkanda istediğini yap!” der, gönderirdi. Öfkelenirmiş gibi oluşunda bile ben iltifat hissederdim.
Lise yıllarına gelince -belki biraz daha meseleyi kavramışlıktan da olabilir- çocuksu heyecanla, olur olmaz zamanda ve yerde Hocamız’ı dinletmeye çalışmak ve dergi kitap okumak yerine kasetleri ve kitapları eve bırakırdım. Sonraları anladım ki babam onları dinliyor ve okuyordu. Bunu, bana yakışmayacak boşluklara düştüğümde babamın verdiği tepkiden anlıyordum.
“Oğlum, hocan ne diyor? Sen ne yapıyorsun? Oldu mu şimdi bu?!” der, ya Ölçü veya Yoldaki Işıklar’dan bir pasajı söyler ya da kasetlerden bir kesiti hatırlatırdı.
Öğretmenliğimin daha ilk yılı, yurt dışına tayinim çıktığında, “Ne ilginç, yıllarca Koministler Moskova’ya dedik, şimdi o diyara hem de kendi elimizle evladımızı gönderiyoruz.” diye espriyle karşılasa da gözleri dolu dolu, “Allah yolunuzu açık etsin.” deyip göndermişti. Babam, yıllarca ziyaretine birlikte gittiğimiz öğrencileri büyük bir heyecanla karşılardı. Onlarla beraber oturur, bu tanışıklıktan hep mutluluk duyardı.
Zaman zaman da takılmadan edemezdi hani. Ben yine dengeyi mi ayarlayamamıştım, bilemiyorum. “Bu kadarı da fazla değil mi Cemil? Hocaefendi aşağı, Hocaefendi yukarı… İleri gitmiyor musunuz?” demişti. Baba, dedim, Hocaefendi Allah Resulü’nün kulluğundan, namazından bahsederken:“ Eğrilişiyle bükülüşüyle öyle bir hal alırdı ki, Allah’ı görür gibi olurdunuz.” diyor. “Bunda bir problem var mı?” dedim. “Yok!” dedi.
İşte, Hocamız oturuşuyla konuşmasıyla Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) öyle bahsediyor ki, Efendimiz’i görür gibi oluyoruz. “Bunda bir problem var mı?”dedim. Hafif, tatlı duraksadı, gülümsedi, “Yok!” dedi.
Babam her ne kadar latifemsi bir havada böyle dışardan konuşsa da hocamızı çok sevmiş, bizim Hizmet’te oluşumuzdan da çok memnundu. Aslına bakılırsa ruhunu ve mantığını da anlamıştı. Nitekim, yaşanan meş’um hadise sebebiyle ben ve benim küçüğüm, birçok kardeşimiz gibi biz de kendimizi yurt dışına attık. Yurt dışı tecrübemiz ve pasaportumuz vardı. Bu arada en küçüğümüzü derdest edip içeri aldılar. Babam dedi ki: “Tabii ya! Ne sandınız? Ne olmasını beklediniz? Almasalar üzülmelisiniz.”
Hatta bir konuşma aralığında bana: “Hocanızı rüyamda gördüm. Kendilerine su ikram ettim. O su galiba sizlersiniz.” dedi bize. Allah rahmet eylesin, Firdevs’i ile sevindirsin.
Babam tam altı sene evvel Ekim’in yirmisinde ruhunun ufkuna yürümüştü. Şimdi de büyüğümüz, Resûlullah yadigârı Hocaefendi de aynı tarihte…
İki insan için “Ne yaparım? Nasıl yaparım?” diyordum. “Katlanılamaz.” diyordum. Her ikisinde de bilemedim nedendir, üzülemedim. Günler sonra boşluklar yaşasam da, o ilk günlerde kendimde beklediğimi bulamadım. Hele hocamda… Hele hocamda, teselliyi Hazreti Ebubekir’in (radıyallâhu anh) sözlerinde buldum: “Hayatın güzeldi, ölümün de güzel.”
Allah’a kulluğu, Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) sevmeyi. Sahabeler kimdir? Neyi ifade ederler? Nasıl yıldızlardı onlar? bunları hep hocamızdan öğrendik. Bir kerecik, bir milim dahi olsun yanıltmadı, yanlışın gölgesine dahi sevenlerini sevketmedi. Rabbim, bizlere onun halesinde Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Livâü’l Hamd’ine yürümeyi nasip ede!