Sabahın ilk saatleri ile güne başlamak ayrı bir zindelik kazandırıyor. Eğer gece yorgunluğundan uyuyakalmazsam seher vakti dolmadan zamanın ve her şeyin Sahibine yönelip ruhen tazeleniyorum. Bunun önemli bir nimet olduğunu güneş üzerime doğduğu vakitlerde anlıyorum. Çocukken babam sabah namazından sonra pencereleri açar ve hamdederdi. O esinti ile ürperir, yorganı üzerime çeker, sıkı sıkı sarılırdım. Sabahları o esintiyi hissettikten sonra uyku daha da tatlılaşırdı. Pencereden süzülerek evimize giren o havanın ayrı bir huzur taşıdığını hissederdim. Sanki babam her sabah önemli bir misafirini karşılamak için hazır bulunurdu. O da bu daveti geri çevirmez, tatlı tatlı eserek konukseverliği için babama teşekkür ederdi. Hava aydınlanmaya başlarken misafirliğini tamamlayan seher esintisi yolcu edilir, mutfakta günü karşılayan hazırlıklar yapılmaya başlanırdı. Bu seslerle rüyalarım değişirdi. Bir süre sonra da uyanırdım.
Mutfaktaki seslere bir de televizyonda okunan makamlı Kur’ân kıraati, evimizde günün başladığını haber verirdi. Kur’ân okunurken altta meali yazardı. Babam kahvaltı boyunca sırayla mealleri okumamızı isterdi. Hem okumamızı hızlandırıyor hem de bize Kur’ân mealini okutmuş oluyordu. Babam ortaokul mezunu idi. Bu yüzden yavaş okuduğunu söyleyerek bizi yüreklendirirdi. Kendi zayıflığını akıllıca kullanıyordu. İlk zamanlar televizyon ekranında kısa süreliğine beliren mealin tamamını okumak için çok çabalıyorduk. Bir süre sonra artık bu hıza alışmış, vaktinde okuyorduk. Zamanla daha hızlı okuyarak televizyondaki mealin gösterilme süresinin uzun olduğunu iddia etmeye başladık. Tam bu noktada annem yeni bir şey keşfetmemizi sağladı. Âyetler mânâları ile akıp giderken, “Hiç düşündünüz mü?” diye sordu. Bunun için süre kısaydı. Annem bizi şaşırtmış, süre ile yarışırken aklımızdan geçmeyen bir şey ile önümüze yeni bir hedef koymuştu.
Sahi ne demek istemişti bu âyetler. Duymuş ama dinlememiştik. Düşünmemiş, sadece okumuştuk. Durduk, birbirimize baktık. Ne demek istediğine dair yorum yapamıyorduk. Sadece düzgün ve hızlı okuma gayretinde idik, ama şimdi sonraki kahvaltıya yeni bir hedefimiz vardı: Okuduğumuzu anlamaya çalışmak… Duyduğumuzu dinlemek, fikirleşmek… Bu kahvaltı sofrasının bize öğreteceği çok şey vardı.
Ertesi sabah yine aynı rutinlerle kahvaltı vakti geldi. İşimizi daha ciddi bir şekilde yapmaya karar vermiştik. Bunu sözlü olarak beyan etmemiştik, ama ortak duygulara sahiptik ve bu duygular bizi bütünleştiriyordu. Sofraya oturup ekran açılınca heyecanla başladık okumaya. Ekrana ilk gelen;
Biz Nûh’u kendi milletine peygamber olarak gönderip: “Gayet acı bir azap başlarına gelip çatmadan önce halkını uyar!” dedik.[1]
O da: “Ey benim milletim! Ben size gönderilen kesin bir uyarıcıyım. Şöyle ki: Yalnız Allah’a ibadet edin, O’na karşı gelmekten sakının ve Bana itaat edin ki…[2]
Bu âyetleri anlamak zor değildi. Allah’ın (celle celâluhu) elçilerinden biri de Hazreti Nuh (aleyhisselâm) peygamberdi ve insanlara uyarıcı olarak gelmişti. Benim sıram geçti böylece.
Sizin günahlarınızı affetsin ve sizi belirli bir vakte, yani ölüm anına kadar azap çektirmeksizin hayatta bıraksın.
Çünkü Allah’ın takdir ettiği vâde gelince, asla ertelenmez. Keşke bunu bir bilseniz![3]
Bunu okuyunca biraz durduk. Anlamadığımız kelimeler vardı. “Azap, takdir, vâde” kelimelerinin mânâlarını cümle içerisinden tahmin edip yorumlamaya çalıştık. Allah (celle celâluhu) insanlara yanlışlarından dönsünler ve tövbe etsinler diye bir süre veriyor ve uyarıyor. Ekranda meal değişince daha fazla yorum yapamadan bir sonraki âyete geçtik.
“Ya Rabbî, dedi Nûh, ben milletimi gece gündüz dine davet ettim. Ama benim davetim, onların sadece daha çok uzaklaşmalarına yol açtı.”[4]
Bu âyetleri de okuduktan sonra babam televizyonu kapattı. “Evet, küçük hanımlar ve beyler, şimdi söyleyin bakalım Allah Teâlâ bu âyetlerde ne dedi?”
“Allah (celle celâluhu), insanları doğru yola davet etmek için peygamber göndermiş. Ama insanlar onu dinlememişler ve Allah’ın peygamberi üzülmüş.” İkizlerden biri böyle yorumladı.
Babam devam etti: “Evet, Allah (celle celâluhu) bize elçilerini göndermiş ve uyarılarda bulunmuştur. Burada bahsettiği elçisinin adı Hazreti Nuh’tur (aleyhisselâm). Biraz uzuncadır kıssası…
Allah (celle celâluhu) Kur’ân-ı Kerim’i bize öğüt vermek, uyarmak için göndermiştir. Ben, sizler gibi okuyamıyorum, ama siz okudukça ben de sizinle beraber öğreniyorum. Peygamber kıssalarını, yanlışı, doğruyu… Cennet’in güzelliklerinden de böylece haberdar oluyorum. Sizleri bize bağışladığı için Rabbime şükrediyorum. Bakın yavrularım, ben mürekkep yalamış bir adam değilim, ama nerede olursa olsun ilmin ışığını tanırım. Biz size okulda öğrendiğiniz gibi bilgiler veremeyiz, ama sizi doğru ile yanlışı ayırt ettirecek, kâinatı tanıttıracak hakikî bir kitaptan haberdar etmek bizim görevimiz. Câmide hocalar hutbelerde derler ki ‘Kur’ân gırtlakta kalmamalı.’ Annenizle düşündük, ‘Kur’ân gırtlaktan kalbe nasıl iner?’ Cevabını mealinde bulduk. Mealini, hatta mümkünse tefsirini okuyarak Rabbimizin muradını anlamış olacaksınız. Duam odur ki Allah’ın doğru yola ilettiği kullarından olasınız.”
Kahvaltı sofrasında zaman kısaydı. Sadece bir kısmını okuyabildiğimiz kıssanın akşam yemekten sonra sohbeti devam etmişti. O gün Hazreti Nuh’u tanımış, Allah’ın (celle celâluhu) kullarına ne kadar merhametli olduğunu düşünmüş, hata yapsak bile yine kapısına gidebileceğimizi bilmek ayrı bir güven vermişti. Kur’ân-ı Kerim’i meali ile okumanın ve üzerinde düşünmenin önemini böylece yaşayarak tecrübe etmiştik. Çocukluğumuzun güzel hatıralarından biri hayatımızın yıldızlı köşesinde yerini almış, hem mânen hem maddeten doyarak sofradan kalkmıştık.
Kaynak: Prof. Dr. Suat Yıldırım, Kur’ân-ı Hakîm’in Açıklamalı Meali, İstanbul: Define Yayınları, 2007.
Dipnotlar
[1] Nuh, 71/1.
[2] Nuh, 71/2–3.
[3] Nuh, 71/4.
[4] Nuh, 71/5–6.