Üç kız kardeşiz biz. En büyüğümüz benim. Anne babamın ilk göz ağrısı ve onlara ilk anne baba diyen, aralarına katılıp çekirdek aileye dönüştüren benim. Beni ilk abla yapansa benden üç yaş küçük kardeşim.
Belki birlikte büyüdüğümüz için, belki de onsuz pek bir hâtıram olmadığı için, ona yakın, onunla aynı yaştaymış gibi hissederim hep. Onsuz hayal meyal birkaç anım var, ama büyüdükçe kaybederiz ya hâtıralarımızı, onsuz zamanlarımdan pek bir şey kalmamış. Kardeşim için de öyle; bütün hâtıralarında ben varım. Ondan önce ben vardım bu dünyada, onunla paylaştım tüm bildiklerimi, oyun, kitap, çizgi film ne varsa. Aynısı benden sekiz yaş küçük kardeşim için de geçerli.
En büyük çocuk olmanın garip yanı bence bu… Küçük kardeşleriniz doğduğundan beri onların hayatlarında varsınız. Dünyaya geldikleri andan itibaren onlarla birliktesiniz; oynarken, ağlarken, yaramazlık yaparken, tatilde, doğum günlerinde. Daha annenizin karnındayken bile okşamış, konuşmuşsunuz onlarla. Hayatınız sarmaş dolaş olmuş, ayrılamazmış gibi. Onların mutlulukları, başarıları sizin, üzüntüleri de sizinmiş gibi. Bazen onlara öfkeniz, bazen de sevginiz içinize sığmazmış gibi. Kardeş işte; dille anlatılmaz, yaşanır.
Şimdi ortancamız pek sevmiyor dokunmayı, yakın olmayı, kendi başına takılır genellikle. Ama onunla geçirdiğim her bir anın ayrı bir kıymeti, bana sarıldığı her anın özel bir anlamı var. Arkadaşımla birlikte yaşıyormuşum gibi sanki; ne olursa olsun dönüp dolaşıp barışacağım, aramızı düzeltebileceğim bir arkadaş. Kavgalardan sonra da bir arada olacağımızı bilmek bile bir güven hissi veriyor.
En küçük kardeşim doğduğunda biraz hassastı. Onu görebildiğimizde minicikti, kırmızı ve buruşuktu. Zamanla büyüdü tabiî, şekerlikleri, sevimliliğiyle bizi parmağında oynattı tıpkı diğer ablası gibi. Akşamları minicik bedeniyle sımsıkı sarılır bana öyle uyurdu, kâh hikayeler uydurarak kâh sorular sorarak. Bir ninni var ya “İçime katayım ben seni” diye, işte aynı öyle bir his doldururdu beni. İncecik kollarıyla tutunurdu bana, sonra iyi geceler öpücüğüyle masum uykulara dalardı.
Şimdi bana yetişmiş olsa da hâlâ ona sarıldığımda kucağımda taşıyabilirmişim gibi geliyor; benim korumama ve ilgime ihtiyaç duyan üç yaşındaki o minik çocuğa dönüşüyor. Işığı açmaya, su doldurmaya boyu yetmeyen, ayakkabılarını giyemeyen… Hâlbuki o artık “Ben kendi başımın çaresine bakarım!” havalarında bir ergen. Yine de geceleyin yanıma geldiğinde, ufalıyor kollarımda, zamanda yolculuğa götürüyor beni saniyeler içinde.
Kalb atışlarını hissetmek sakinleştirir, güvende hissettirirmiş derler, anne babanın kollarındaymış gibi. O yüzden hayvan barınaklarında, ısı ve kalb ritmi simülatörü olur ya yalnız kalmış miniklerin yanında. Ben de kardeşlerime sarılıp kalb atışlarını dinliyorum bazen; huzurla, güvenle doluyorum. Kollarımdayken onları kötülüklerden koruyabilirmişim, üzülürlerse dertlerini alabilirmişim gibi geliyor.
Ben böyle hissediyorsam, anne babamın gözlerinin önünde çocukları sırayla büyürken nasıl hissediyor olabileceklerini hayal edemiyorum. Biraz da ürkütücü geliyor, değer verdiğin o canların senin yardımını istemeyecek, senin rehberliğine ihtiyaç duymayacak bir hâle gelmesini görmek. Fazla korumacı mı düşünüyorum yoksa? Ama o güçsüz, masum hâllerini gördüğün miniklere karşı böyle hissetmek fıtrî değil mi?
Kâinat ağacının meyvesi olan insanın çekirdeği, bütün kâinatı sevgiyle sarma yeteneğine sahip kalbi. İşte içimizdeki bu çekirdek; imanın ışığı, İslamiyet’in suyu ve kulluk toprağı altında yeşerirse sınırsız bir saadet vesilesi oluyor, zorluklara göğüs gerdiriyor, belki çocuk yaştaki birine bile başka bir varlık için koruma duygusu veriyor. Rabbimizin sonsuz merhameti, yaratılıştaki her şeyi kuşatıyor, her varlıkta kendini yansıtıyor. Yeni doğmuş bebeği de kedi yavrusunu da aç bırakmıyor; ağaçları, çiçekleri susuz bırakmadığı gibi, böcekleri de nimetsiz bırakmıyor. Aslan da kuş da aynı şiddetle koruyor yavrusunu. Dünyaya yeni gelmiş varlığı başıboş bırakmıyor Erham’ür-Rahimin, bir şekilde koruyan kollayanı gönderiyor; sevk-i ilahî ile annelerinden süt emmeyi, örümceklere avlanmayı öğretiyor.
Bunu hissetmek için insanın illâ anne, baba veya abla olmasına gerek yok. İçinde O’nun merhameti yansıyan bir insan, başta muhabbete en layık olan Rabbimiz olmak üzere, her şeye duyabiliyor bu sevgiyi. Buluttan sincaba, böcekten çiçeğe, bebekten yaşlıya, canlı cansız her şeye karşı muhabbet ve şefkatle doluyor. Bir ışık parlıyor içinden dışına doğru; sevgi taşıyor bakışlarından, yumuşacık şefkatiyle iyileştirircesine.
Kalb atışlarını dinleyerek uykuya dalarken hissediyorum bu engin merhamet dairesini, beynimizdeki hormonlardan atmosferdeki tabakalara kadar en ince ayrıntıya kadar bizleri koruyan, seven Zât’ı. Ruhumun kumaşına yazılmış bu sevgiyi hissediyorum, huzur ve güven içinde kapatıyorum gözlerimi geceye…