Sıkı kuralların olduğu ülkeleri duymuştum. Küçüklüğümde memlekete gelen gurbetçiler, “Oraların insanları disiplinlidir.” diye anlatırlardı. Bizim hicretimiz, gurbetçilerin anlata anlata bitiremedikleri diyara nasip oldu. Tanıdıkları üç beş insan sebebiyle koca bir ülkeyi böyle değerlendirdiklerini düşünüyordum. Alışkanlık mıdır bilinmez, bir yerde biri ile karşılaşınca o kişi ile bütün insanlığı öyle kategorize ediyoruz. İyi biri ile karşılaşmış isek orada yaşayan insanların ne denli iyi olduğunu anlatıyoruz. Bir kötülük görmüşsek hemen herkes için ağır konuşmalarımız oluyor. Oysa unutuyoruz, insan bu. Her türlü duyguya sahip. Biz belki öfkeli, üzgün ya da canının sıkkın olduğu bir ana denk gelmişsek ve elinde olmadan hoş olmayan bir karşılık vermişse, “bütün ülke halkı böyle” şeklinde bir tespitte bulunmak doğru olmaz. Hâkezâ sadece iyilik görenin orada kötü insan yok diye anlatması da pek doğru bir yaklaşım olmaz.
Disiplinli olmak, kurallara riayet etmek, küçük yaşta öğrenilip hayat boyu devam eden bir durum olduğu için bunu gözlemlemek daha kolay sanki. Üstelik ülke genelinde sözlü ve yazılı kuralları tanımak ve bunlara bakarak kişilerin davranışları hakkında fikir beyan etmek, daha isabetli olacaktır. İşte benim komşum ile ilişkimin de başlangıç noktasının buradaki kurallar olduğunu söyleyebilirim. Evden her çöp çıkarışımda birinin bir yerlerden beni izlediğini hissediyordum. Elimdeki çöp torbasını atarken etrafa kısa bir göz gezdirmem yetti gizli ajanımı bulmaya. Bulunduğumuz bina iki katlı. Birinci katında oturan Alman komşumuzun mutfak penceresi çöp kutularının olduğu yere bakıyordu. Beni izlediğini anladığım her anda daha dikkatli davranmaya çalışıyordum. Buna rağmen yer yer uyarma gereği duyuyordu. Yeni öğrenmeye başladığım dilde henüz kendimi yeterince ifade edemiyordum. Kurallara dikkat ettiğimi, doğru yaptığımı anlatmak başlarda biraz yoruyordu. İlk diyaloglarımız böyle olsa da kendisini her gördüğümde “Guten Tag!” (İyi günler!) demeyi ihmal etmiyordum. Güler yüz ile tatlı bir tebessümün verdiği sıcacık duygunun, gönül köprüsünü kurmaya yeteceği düşüncesindeydim. Bu köprünün tamamlanması, belki günler, belki aylar sürecek, ama sonunda bu gönül köprüsü ile tatlı ve hoş bir muhabbetimizin olacağına inancımı her zaman korudum.
Bizim kültürümüz yemeyi de yedirmeyi de çok sever. Yoldan gelmişseniz hemen sofra kurulur, sofra üstüne rast gelmişseniz o sofrada mutlaka yeriniz olur. Alışık olduğumuz güzel hasletlerden birini burada da devam ettirdik. Ocakta memleketime has yemeklerden biri pişmişse mutlaka komşuma da ikram ederdim. Nitekim bizde “Kokmuştur, canı çeker.” diye komşuluk hakkı her zaman el üstünde tutulmuştur. Zira Fahr-i Kâinat Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu konuda çok tavsiyesi vardır. Hatta Ebû Zer’den rivayet edildiğine göre; “Hazreti Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) bana şunu tavsiye etti: ‘Çorba pişirdiğinde suyunu fazla koy, sonra komşularının hâline bak da uygun bir şekilde kendilerine ikram et.’”[1] Bizim düsturumuzda ikram etmek nasıl kıymetli ise komşum da aynı şekilde mukabele de bulundu. Anlıyorum ki onlar için de hoş bir davranışın karşısında kayıtsız kalmamak önemli bir erdem. İnsan fıtrî olarak güzelliklere açık yaratılmıştır. Nahif bir adım, birbirini takip eden nice zarafete kapı aralıyor.
Zamanla birbirimizi daha yakından tanımaya başladık. Sıcak kanlı, tatlı dilli komşumuzun aynı zamanda açık sözlü olduğunu da sıcak bir yaz günü eşimin kolunu tutup “Sen bu kadar rahat iken hanımını neden kapatıyorsun?” sorusu ile yaşadığımız şokun ardından öğrenmiş olduk. Yarı İngilizce, çeyrek Almanca ile meselenin aslını anlatmaya çalıştık. Bunun gibi daha birçok hâdisemiz oldu. Şimdi ise hepsi tatlı birer hatıra olarak köşelerine yerleşti. Birbirimize o kadar alıştık ki aynı sofrada yer aldığımız özel günlerimiz oldu. Bizim bayramlarımızda onlar kapımızı çaldı; onların Paskalya, Weihnachten zamanlarında biz kapılarını çaldık. Bir kâse aşure ile uzun uzun sohbetlerimiz oldu. Kısacası selam ile gelenin gönül tahtına yerleştiğini bir kere daha yaşayarak tecrübe ettik.
Biz ayrı dünyaların insanıyız. Birbirimize olabildiğince yabancıyız. Bu kadar uzaklığı, sevgi ve saygı ile farklılıklarımızı zenginliğimiz yapıp zamanla benzer yönlerimiz ile bütünleştik. Bir zamanlar perde ardından beni izleyen Alman komşumuzun, “Bu benim kızım.” diye bizi başkalarına tanıtan “Alman anne” olmaya doğru yolculuğu, unutamayacağımız özel hatıralardan biri olarak canlılığını her zaman koruyacak. Biliyorum ki benim gibi selam ile yola çıkmış nice gönlü engin kardeşlerimizin benzer birçok anısı vardır.
Dipnot
[1] Müslim, Bir ve Sıla, 143.